Dün İzmir’i vuran depremle kendini pek çok yönden hatırlatan yüzü olmasa, gayet de ciddiyetsiz bir görüntüsü var aslında Türkiye gündeminin. Genel olarak, olan bitenin iyiden iyiye parodileştiği, gittikçe saçmalaşan hayatın fars’tan farkının kalmadığı günlerdeyiz. Yaşadığımız şeyleri başka şekilde tanımlamanın imkânı yok. Hızlıca bir düşünün… Ekonomide olanlar bunu doğrulamıyor mu? Dışişleri, içişleri, eğitim, sağlık, hukuk… Velhasıl, her şey bunu doğrulamıyor mu?
Şu “çakma çanta” olayı mesela…
Çok tipik bir fars değil mi bu da?
Fars derken, bunun bir yanıyla gazeteciliğin geldiği durum bir yanıyla da sefahat ve sefaletle ilişkisine dair çok ciddi boyutları olduğunu unutuyor değiliz. Ama elden ne gelir, hayatın “ciddi boyutlar” dediğimiz o korkunç ve bayağı bataklığı bazen böyle komik şeylerde görünür oluyor işte.
Peki farstan farkı kalmamış bir hayatla nasıl mücadele edilir? Nasıl tolere edilir, nasıl göğüslenir o hayat?
Sanatta bu iş “trajikomik” ile hallediliyor; “Güleriz ağlanacak halimize” mealinde bir tarz bu, bildiğiniz gibi. Epey de iş görüyor. Çünkü hayatın o korkunç ve bayağı bataklığını anlatabilmek için bazen ne yalnızca kaba alay, yani fars, ne de yalnızca hüzün, yani trajedi yeterli olabiliyor. Böyle şeyleri layığınca anlatabilmek için alaycı trajediyle hüzünlü farsı etkileyici biçimde bir araya getirebilen (mesela Gogol tarzı) bir ustalık gerekiyor. Bu da saçmalaştırılarak aşağılanmış hayattan bir sahne alıp onu bir sanat incisi haline getirmek demektir ki hiç de kolay bir iş değildir.
Gündelik yaşamda bunun daha kolay yolu, (halkımızın deyimiyle) “eğleşmek”tir, “dalgasını geçmek”tir. Bu da trajikomik gibi hayata katlanma tarzıdır bir tür. Çanta hadisesinde de, “yıkılan” sosyal medyada görüldüğü üzere, yine buna başvuruldu.
Sosyal medyada mavra yapmak, tweetle “laf çakmak”, hele ki bu hadisede son derece doğal ve neredeyse kaçınılmaz bir şey. Düşünün… Sayın Cumhurbaşkanı Fransız mallarını boykot çağrısı yapıyor ama hanımının kolundaki çanta Fransız malı! Tabi ki eğleşeceksiniz bununla, başka ne yapacaksınız, ne yapılabilir!
Bu eğleşme, düşünce dünyasındaki adıyla, bir “direniş sanatı”dır. Direniş sanatları, toplumların tahakküm altında geliştirdiği katlanma ya da öç alma taktiğidir. Çeşitli türleri vardır: En alt düzeyde dedikodu, biraz daha yukarıda homurdanma ve söylenme ve onun da üzerinde ince alay ve mizah. Sosyal medyamızda neredeyse bunun her türü üretiliyor gibi.
Şimdi bunun realitede herhangi bir şeyi değiştirmediği, sadece bir ruhsal boşaltım olduğu ve başka bir işe de yaramadığı söylenecektir ve söyleyen de yerden göğe haklı olacaktır. Üstelik mizahta hep bir ‘dehşeti hafifletme’ tehlikesi vardır, bunu da eklemek gerekiyor. (Chaplin gibi muhalifliğinden şüphe edilmeyecek bir mizah dâhisi bile Büyük Diktatör filmi yüzünden ne eleştiriler almıştı!) Ama gelin görün ki, kötü bir dünyada yaşıyoruz; kendini akıldışı biçimlere, saçma türlere sokarak kötülüğünü her gün yineleyen bir dünya burası. Her gün kendini yineleyen bu şeyleri yaşamaktan, onları konuşmaktan çoğumuz bıktık. Elbette bu sürekli kötülüğün de bir şekilde anlatılması gerekiyor ama… Aklın yasalarıyla hareket eden gündelik eleştirilerin, mantığın ilkelerini çiğnemeyen politik analizlerin de bunca kötülük ve saçmalığın üzerinde herhangi bir etki yarattığına da henüz tanık olmuş değiliz. Saçmalaşmış kötülükle senkronik ilerleyen eleştiri ve analiz, sanki her kötülüğe her saçmalığa anbean akıl yetiştirmeye çalışırken, onlarla aynı fasit daire içinde dönüp duruyor gibi.
O yüzden belki bu çeşit direniş sanatlarına da ihtiyaç vardır. Hem bu sanatın yöneldiği olayları da hiç küçümsememek gerek. Tarih ve sosyoloji, toplumsal dönüşüm anlarının, genellikle vaktini tamamlamış düzenlere yönelik birtakım bağlılıkların çözülmesiyle gerçekleştiğini söylüyor. Bu çözülmelerde, egemen olana ilişkin kafalardaki algıyı bozan sansasyonel olayların büyük etkisi olmuştur. Köklü Bourbon Hanedanlığı’nı yıkan Fransız Devrimi arifesindeki ünlü “Kraliçe’nin kolyesi” hadisesinde olduğu gibi. (Nijerya’da General Abacha’nın baskıcı rejiminin sonu da generalin evli olduğu halde iki Hintli kadınla cinsel ilişkiye girebilmek için aldığı aşırı dozda Viagra’dan ölümüyle gelmişti.)
Şimdi bir “çakma çanta” hadisesi de on iki yıllık AKP iktidarı için sonun başlangıcı olabilir mi?
Elbette o sansasyonel olaylar tarihsel ve toplumsal birtakım koşullar sebebiyle öylesi işlevler görebilmişti.
Ya bizdeki koşullar?
“Öyle mi alay komutanı?”
“Biz sinirliyiz, biz açız, o yüzden bağırıyoruz! Sen bağıramazsın.” …
Koşul bunlarda.