Hem yerli ve milli savunma sanayisi, hem ambargodan etkilenmeye açık. Hem Montrö, hem kanal. Hem NATO, hem Rusya. “Hem ayranım dökülmesin, hem…”, her neyse, mübarek günde şimdi. Konu açıkça anlaşıldı sanırım. Anlamayan kim kaldı? Yönünü bulamayan, yönü konusunda kararsız muhalefet kaldı. Şol efsunkâr “egemen güçler” dolaptan çıkmayagörsün, hoşafın yağı o lahzada kesiliveriyor.
Bu defa işler hakikaten tehlikeli. Soğuk denizin suları ısındı. Türkiye ise Rusya-Ukrayna geriliminin sıcak çatışma aşamasına gelmeden düşürülmesi için diplomatik yağmur duasına çıkmış izlenimi veriyor. Aklın gereği, işin o boyuta gelmeden yine donacağını gösteriyor. Bunun böyle olmasını sağlayacak, ortamı serinletmekle işe başlayacak olanlar da Moskova ve Vaşington, Ankara değil. Ankara’nın yapması gereken belki hiçbir şey yapmamak, bir durmak hani.
Bakınız Prof. Dr. Serhat Güvenç, GazetePencere’deki yazısında ne diyor: “NATO harekât sahasının (Karadeniz’in-AS) sorumluluğunu Türkiye’ye bırakarak yasal sınırlamalarla çelişmeyen bir askeri çözüm benimsemiştir. (…) Artık ABD ve NATO için harekât alanının kontrolü ya Türkiye'ye bırakılmayacak kadar önemlidir ya da Türkiye harekât alanının sorumluluğu verilemeyecek kadar güvenilemez bir müttefiktir.” Demek ki basiret, dirayet ve feraset eksiği olunca uluslararası itibar yaldızlı şatafatla, racon kesmekle, dik bakmakla, şık giyinmekle filan temin edilemiyor.
Ya “güçlü olmak” ne demek? Acaba tank yapmaya da, tank almaya da artık gerek var mı? Acaba ulusal marşında “dalgalara hükmettiği” vurgulanan Britanya’nın donanmasının bugün Türkiye’den küçük olması bize ne düşündürmeli? Acaba NATO içinde lider ülke ABD’den sonra ikinci büyük güç olmakla övünen Türkiye’nin askeri personel sayısının ardından gelen Fransa ve Almanya’nın yaklaşık ikişer katı büyüklüğünde olmasının ne anlamı var? Ve ayrıca, başka NATO ülkelerinde başkentin ve başlıca kentlerin göbeğinde neden kışla yoktur?
Yanıt: Burası Norveç değil kardeşim. Tehdit: Bir başka NATO müttefiki olan Yunanistan. Travma: Averof. Anlaşmazlık: Oniki Ada, Kıta Sahanlığı, Kıbrıs, Doğu Akdeniz. Doktrin (aslında yalnızca slogan): Mavi Vatan. İdeoloji: Milliyetçilik. Şu araştırma gemilerini bize ittiren tedarikçi de, arada komisyonunu indiren çantacı da nasıl keyifle gülüyorlardır şimdi, varın siz düşünün. Ama siz çok da gülmeyin, sizden çıktı para.
Fehim Taştekin de bu sütunlarda şunu yazdı: “Erdoğan Kırım’ı kurtarmak için Kiev’e, Putin’in Simferopol'de yaptırdığı caminin açılışı için Kırım’a davetli. Bu top nasıl çevrilecek?” Bir aralar ben de “bu denli çok sayıda yumurtayı havaya atıp, jonglör gibi çevirmeye çalışırsanız elbet biri, ikisi düşer kırılır; öyleyse, belki önce havaya atılan yumurtaların sayısını peyderpey azaltmakla işe başlanabilir ve ardından şu yumurtaları havaya atma kötü huyundan da hepten vazgeçilebilir” diye yazardım. Artık bıraktım.
Hani merhum Einstein’a atfedilen söz vardır ya, “hep aynı şeyi deneyip, farklı sonuç almayı ummak” filan. Bizim fıtrata terstir o. Bizde menü: “Saldım çayıra, mevlâm kayıra.” “Biz demir alalım, istim arkadan gelir.” “Nerede beleş, orada yerleş.” Nitekim Yetvart Danzikyan da “gavurun sermayesi iyi de kılıcı kötü” derken basit bir söz söylemiyor, hem derin hem içten konuşuyor.
Büyükelçi Selim Kuneralp ise AB ile buraya hangi yoldan geldiğimizi anımsatıyor: “Gümrük Birliğinin modernizasyonu için gerekli olan Kıbrıs’la ilgili şartlar, bundan 15 yıl önce AB’ye katılma müzakerelerinin sürdürülmesi için karşımıza çıkmıştı. O şartları yerine getirmediğimiz için müzakereler kesilmiştir. Şimdi aynı şartlar, Gümrük Birliğinin derinleştirilmesi için karşımıza çıkmaktadır.” Hani şimdi İslâmcı-milliyetçi-ulusalcı harmanının yani tuhaf hamitçi-ittihatçı kucaklaşmasının tarihimizde ilk kez görüldüğü ileri sürülüyor ya. Aslında o zaman o masaya tekmeyi basanlar da alınlarından öpülmüştü.
Orta sıklet güç, bölgesinde etkin devlet olmak durumumuzda bir değişiklik var mı? Yok. Görülebilir gelecekte böyle bir devler ligine sıçrama olasılığımız var mı? Yok. Öyleyse, stratejik özerklikse istenen, dayanağı üyesi ve adayı olduğumuz ittifaklar ile altında imzamız bulunan Lozan, Montrö gibi uluslararası anlaşmalar olacak. Herhalde boşa kostaklanarak kostak olunamayacağı artık anlaşıldı. Anlaşıldı anlaşılmasına belki de iş geldi, bir ucunda son bir voli vurarak jübile yapmak demek olan Kanal İstanbul hendeğini kazmak, diğerinde Karadeniz’de kıyamet kopması sakıncasına dayandı.
Çinliden parasını alayım, telefon kulübesinde karıncaya çalım atıp belini incitmeyeyim, incinirse bu defa telefon kulübesinin camına iman gücüyle kafa atar kendimi dışarı atarım. Olmaz, vaziyet ciddileşti. Kurt puslu havayı sever, balık bulanık suda avlanır, yok kaptanın iyisi fırtınalı denizde vs vs diye kendimizi dolduraduralım, tek hatamızda dünya başımıza yıkılır şakası yok. Aklı başa toplamakta yarar var. Hemen şimdi. (Kosova ile Kırım karşılaştırmasına başka yazıda girelim, bağlam farklı.)
Akıl deyince, Sayın Sağlık Bakanı’na göre pandemiyle mücadelede şansımız (!) yaver gitmemiş, herhalde ondan dolayı Sayın Cumhurbaşkanı’nın tensipleriyle halkımıza kuru soğan dağıtımına başlandı. Bu halde, blazeri çekip, kravatın düğümünü özenle bağlayıp, saçları yandan ayırıp, yine daha önce betimlediğim pozu alarak, adeta (tövbe) pervasızca ayak ayak üstünde, Montblanc dolmakalem dişlerini arasında, iki elin parmak uçları birbirlerine belli belirsiz dokunur biçimde birleşik, enginlere dalarak dış politika üzerine ahkâm kesmenin pek kıymet-i harbiyesi yok açıkçası.
Ama ekmek parası işte. Emir kuluyuz, “yaz” dediler yazıyoruz. “Yazma yetişir” denilince, bırakacağız tevekkeli. Kime neyi anlatacaksın zaten. Yazı toparlanamadı, saçıldı. Bıkkınlık saklanamadı, açıldı. Bu defa alıntılar kendini yazdı, bu da sonuncusu, Sezin Öney şöyle diyor: “Muhalefetin iç politika konusunda hiçbir vizyon sunmaması ve sadece iktidarı dış siyasette yeterince milliyetçi olmamakla eleştirmesi de, içerinin dışarıyı etkilememesinin başlıca sebebi.”
Sizleri rahmetli Sadri Alışık’ın Turist Ömer selâmıyla selâmlayarak huzurlarınızdan ayrılıyorum efendim. Bir yandan da mırıldanıyorum: “Sayamadım vallaha billaha / Seneler oldu, oldu, oldu / Çok sene oldu…”