Her bina, içinden dışarı doğru süzülen, kendine özgü bir koku, tat, renk barındırır. Her yapının, eskisiyle yenisiyle, kendi içinde katman katman yaşanmışlık, mutlu ve hüzünlü anı ve hikaye birikimi vardır. Bu öykülerin içinden doğan kolektif bellek ise, yapının “iç”ine yerleşmiş bir öyküyü dışarıda inşa eder.
Yapı, kendi içinde toplumu, mahalleyi, insan ilişkilerini barındırır. Toplumsal bilinç, yaşamın, bir dizi değerli kolektif belleği yok edebilecek olan hızına, akışına, devinimine rağmen tam da bu öykülerin korunması, ortaklaşması, değerlenmesiyle oluşur.
Unutuşa terk ederek geçmişinden kaçtığını düşünen toplumlar, o yapılarda yine kendileriyle karşılaşırlar. Toplumun özüne, köklerine, geçmişine giden en kısa yol, zaman zaman harabeye dönmüş de olsa, örümcek ağlarıyla kaplansa da, yine o yapıların içinden geçer.
Beyoğlu’nun en güzel yapılarından Casa Botter / Botter apartmanı da onlardan biri. İstanbul'da inşa edilmiş art nouveau tarzı ilk yapı... Gabriel García Márquez’in “Öyle güzel gülmelisin ki, insanlar seni ağlatmaya utanmalı” sözlerine bile konu olabilecek güzellikte bir yapı... Tünel’den Galatasaray’a doğru inerken sağda, vitrayları, özgün aydınlatma detayları, çiçeklerle bezeli insan başı figürleri, ferforje merdiven korkulukları ve asansör detaylarıyla, ağır yaralı halde şans eseri kurtulduğu 123 yıllık yaşantısına rağmen tüm zarafetiyle sizi karşılıyor.
Modaya düşkün Padişah II. Abdülhamit’in, Hollanda’da kralın terzisiyken davet ettiği ve hiç vazgeçemediği özel terzisi Jean Botter’in alt katına Türkiye’nin ilk moda evi, birinci katına terzihane, diğer katlarına da kendi yaşam alanını kurduğu, Medusa başları ve gül motifleriyle bezeli, İtalyan mimar Raimondo d’Aronco imzalı, 19.yüzyılın sonlarına ait müthiş bir art nouveau şaheseri... Pera Palas Oteli’nden sonra asansörü olan ikinci yapı.
Terzi Botter, İstanbul’da uzunca bir süre moda akımının belirleyicisi bir “bilge insan”, devrin bir nevi Chanel’i, “moda danışmanı” olmuş. Öyle ki Abdülhamit’in kızı Naima Sultan’a bile düğününde beyaz gelinlik diken ve saraya bu geleneğin girmesinde rol alan bir kişidir. Botter Han’ın girişinde çok özel müşteriler ağırlanır, burada özel defileler de düzenlenirmiş. Avrupa’daki moda akımlarını Pera’ya, oradan da Osmanlı’nın “ayrıcalıklı” kesimlerine taşıyan bir aracı, değişen tüketim alışkanlıklarının bir öncülüymüş adeta...
Botter Han, zamanında Avrupa modasını izleyen Levanten müşteriler, Batılılaşmaya yavaş yavaş merak salan İstanbullular ve saray ahalisinin favori mekânıymış. Ancak, ona yaşam veren ve kozmopolit yaşam tarzıyla bir cazibe merkezi oluşturan da Botter ailesinin ta kendisi... Ailenin genç oğlunun Paris gezisi sırasında hastalanarak ölmesi ve Abdülhamit’in de tahttan uzaklaştırılmasıyla birlikte binayı satıp şehri terk etmeleri ve Paris’e göç etmeleriyle birlikte, Han, yıllar içerisinde ışığını yitirmeye başlar. Jean Botter’den sonra binanın mülkiyetini Bozcaadalı Hasan Paşa’nın oğlu Mahmut Nedim Oyvar alır. 90’lı yıllardan itibaren apartmanın son sakinleri yapıyı terk eder. 2000’li yıllarda çökme tehlikesi nedeniyle artık yaşanmaz hale gelir.
Yedi katlı bina, yıllardır kaderine terk edilmiş ve hüzünlü bir haldeyken bu yılın başlarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından –orijinal işlevine yakın bir şekilde- bir sanat ve tasarım merkezi olarak düzenlenmesine karar verildi; restorasyon çalışmalarına da başlandı. İBB, birkaç gün önce bu konuda açıklayıcı bir video çalışmasını da kamuoyuyla paylaştı.
Benzeri restorasyonların birbirini tamamlayacak şekilde devam etmesi planlanıyor. İstanbul’un dört bir yanında yeni başlayan 28 adet, eski dönemde başlayıp devam ettirilen 6 adet restorasyon var.
Mülkiyeti İtalyan Dominiken Rahiplerine ait olan Galata’daki 250 yıllık Saint Pierre Han ve Çatladıkapı mevkiinde Bizans’ın sahil saraylarından 1600 yıllık Bukoleon Sarayı’na dair yapılan restorasyon çalışmaları ve Saint Pierre Han’da verilen enfes klasik müzik konserleri bu açıdan güzel referanslar olarak karşımızda duruyor.
Kentsel mekân algısı nedir? Kentsel mekânları, yapıları, kent kültürünü ve tarihini tüm kimlik bileşenleriyle birlikte geleceğe aktarmada kullanılan, toplumsal olarak inşa edilen kolektif bellek neden önemlidir?
Filozof ve sosyolog Maurice Halbwachs’ın Kolektif Bellek isimli eserinde anlattığı gibi, kolektif bellek, bir topluluğu oluşturan bireylerin kendi geçmişlerine dair ortak bir imaja sahip olmaları ve bu sayede de kendi birlik ve biricikliklerinin bilincine varmalarıdır. Benzer şekilde Fransız sosyolog Emile Durkheim de kolektif bilincin toplumun bireylerini belli müşterekler etrafında birleştirdiğini ve toplumun devamlılığında rol oynadığını savunur.
Bu açıdan, Fransız tarihçi Pierre Nora’nın literatüre kazandırdığı “hafıza mekânı” (lieu de mémoire), belirli yapıların, nesnelerin, olayların bir topluluk açısından özel bir önem kazandığını ifade eder. Yani hafızanın da mekânı olur, mekânın da hafızası... Çünkü mekân ile hafıza iç içe geçer ve mekânlar toplumun kolektif belleğini yaratır; hafıza da mekânsal olarak kurgulanır. Bu mekân kâh bir katedraldir, kâh bir hapishane, kâh bir ada, kâh bir otel, kâh bir savaşın sonunu belirleyen bir meydan, kah bir bina...
Öyle ki, bir kentte yaşayanların kentin gerçek kimliğini, geçmişini, bugününü ve geleceğini hissetmeleri açısından mekânlar simgesel olarak çok önemlidir. Özellikle de 2017 yılında UNESCO Tasarım Kenti unvanını kazanmış bir kent için benzeri girişimlerle kentin kolektif belleğini yaşatmak, metruklaşmayı “yeni normal” olarak kabul etmemek, bunu hem toplumsal hem de kamusal bir sorumluluk olarak üstlenmek oldukça önemli.
Kolektif bellek, bir mekânı, kentin tarihi, mimarisi ve sosyolojik dokusunda önemi olan bir yapıyı veya mahalleyi tanımakla, o kimlikle ilintili kişi ve kesimlerle tanışmakla, sözlü veya yazılı tarihle aktarılan anılar, öyküler, fotoğraflar ve resimleri araştırmakla oluşuyor. Bu kolektif belleğin kalıcı bir şekilde ayakta kalması ise, kentsel mekân algısında önemi olan yapıları eskisi gibi yaşatmakla, özgün biçimini korumakla oluyor. Çünkü fiziksel olarak korunmayan yapılar, ancak bir süre sonra masallara konu oluyor ve sonrasında da derin bir unutuşa terk ediliyor.
Örneğin, İBB’nin bir moda tasarım merkezi olan Botter evini, bir otel veya AVM değil de bir tasarım merkezi olarak restore etmesi ve mülkiyeti İtalyan Dominiken Rahiplerine ait olan Galata’daki 250 yıllık Saint Pierre Han ve Çatladıkapı mevkiinde Bizans’ın sahil saraylarından 1600 yıllık Bukoleon Sarayı’na dair yapılan restorasyon çalışmaları sonucunda, Saint Pierre Han’da verilen enfes klasik müzik konserleri bu açıdan güzel örnekler olarak karşımızda duruyor. Kentlilerin mekânı anlamlı biçimde kullanmalarıyla kolektif bellek korunur, zenginleşir ve gelişir.
Bu açıdan, gazeteci Nilay Örnek’in derin bir araştırma ve emek ürünü hazırladığı Her Umut Ortak Arar projesi çerçevesinde mimari açıdan değerli ve ardında büyük hikayeler barındıran tarihi binalara ilişkin arşiv oldukça öğretici ve umut verici bir çalışma.
Dolayısıyla, restorasyon –doğru ve bilimsel bir şekilde yapıldığı taktirde- çok önemli bir girişim... Beyoğlu tarihinde çok büyük bir kolektif belleğe sahip tarihi bir sinemayı yine sinema olarak yaşama döndürmek yerine alışveriş merkezi yapmak veya tarihi bir pastaneyi ekonomik ömrünü doldurduğu için bir tantunici veya otomobil yedek parçacısı haline getirmek, o yapıya dair tüm kolektif belleği söndürmek anlamına geliyor.
Hafızanın nerede ve kim tarafından mekânsallaştırılığı, kimin tarafından da “mekânsızlaştırıldığı” ve bunun ardındaki güç ilişkileri de önem kazanıyor.
Bu açıdan, yaklaşık yüz yıldır kavuşmalara, ayrılıklara, hüzünlü vedalara, sonsuz bir telaşa, neşeye, özleme, yangınlara tanıklık etmiş olan, klasik Alman mimarisi örneklerinden Haydarpaşa Garı'nın gar olarak varlığını sürdürmesi, kolektif belleğini koruyup zenginleştirmesi için, adeta Kapitalosen’e (sermaye çağı) karşı 2005'ten beri var gücüyle mücadele eden Haydarpaşa Dayanışması gibi sivil girişimler veya mahalle örgütlenmeleri oldukça anlamlı.
Kolektif belleği restorasyon çalışmalarıyla topluma kazandırmak, onu her zamanki masum ve korumacı haliyle korumak gerekiyor. Birliğe, dayanışmaya, kutuplaşmanın ötesine geçen ortaklıklara her zamankinden çok gereksinim duyduğumuz son günlerde, Casa Botter ve benzeri yapılar üzerinden yerel yöneticiler eliyle geliştirilen kapsayıcı projeler, bir tür “bellek küratörlüğü” çerçevesinde kentlileri mekânsal diyaloglar üzerinden birleştirmek, onları yeniden “kentlileşmiş bireylere” dönüştürmek konusunda eşsiz bir olanak sunacak.
Kentsel bileşenleri koruyup geliştirmek, onları “ben yaptım oldu”cu girişimlere karşı belleklerde ve fiziksel mekânlarda ölümsüzleştirmek birçok açıdan da kentsel silueti ve mimari dokusu günbegün olumsuz biçimde değişen İstanbul’da kentsel mekânlara yabancılaşmanın da bir antitezi olabilir.
Geçmişimiz bir sabun misali avcumuzun arasından kayıp giderken, sorumluluk sahibi yurttaşlar olarak yapabileceğimiz en önemli şey, kentsel mekânların, taşınmaz kültür varlıklarımızın tarihini bilmek, anımsamak, bu mekânlarla kalıcı diyalog kurmak, mekânsal farkındalığa sahip olmak ve kültür değerlerinin süreklilik kazanması için sivil inisiyatifler geliştirmek...
Benzer şekilde, asırlık zeytin ağaçlarını madencilik faaliyetleri karşısında korumak için çırpınan köylüler de aynı kolektif belleğin, bu kez yerelde korunmasını amaçlıyor.
Kentlileşme ancak o kentte yaşayan sakinlerin kolektif bir belleğe sahip olmasıyla ve o belleği sürdürülebilir hale getirmesiyle olanaklı. Dolayısıyla, kente dair anlatılar ve anıların ötesinde, yalnızlaşan tarihi yapıların varlıkları ve işlevlerinde de bir süreklilik ve ortaklaşma gerekir. Açıkçası mekân, içinde anlamlı biçimde yaşayan insanlar sayesinde yaşamını sürdürür.
Yapımı sürerken bazı akşamlar ameleler evlerine gittikten sonra bile battaniyesini alıp yapının bir köşesine kıvrılan, hayran hayran eserini izleyen İtalyan mimar Raimondo’nun izinde kentsel belleğimizi, bizi biz yapan ortak mimari değerleri nadide bir çiçek misali koruyup kollama zamanı çoktan gelmedi mi?
En kalıcı “kentsel dönüşüm”, kentte yaşayanları kentine sahip çıkacak biçimde bilinçli birer kent vatandaşı haline getirebilmekten geçiyor.
[1] Art nouveau akımı, 19.yüzyılda endüstrileşmeye karşı çıkan mimar, ressam ve tasarımcıların, yapılarda çiçek, bitki gibi organik şekiller, zarif dekoratif süslemeler ile ahşap ve dökme demire başvurdukları bir sanat akımıdır.