Birkaç gün gibi uzun sayılabilecek bir süre, sağda solda gözüme
çarpan Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılmasıyla ilgili “çatlayın,
patlayın”lı demeci bir Zaytung yorumu sandım. Ta ki konuşmanın tam
metni gündelik feysbuk seyahatimi güzel güzel icra ederken yoluma
dikilene kadar. Cumhurbaşkanı Erdoğan tam olarak şunları
söylemişti; “AKM için de çok bağırdı Geziciler. İstediğiniz kadar
bağırın, çatlayın patlayın yıktık. Aynı şeyi Ankara'da yaptık.
Cumhuriyet tarihi boyunca bir tane eser ortaya koyun be! Demek ki
bizi beklediler.”
Arka arkaya inci gibi dizilen cümleler böyleydi.
Aynı konuşmanın başlarında bir yerde ise tabii yine tek parti
döneminde ahıra çevrilmiş 300 cami ve mescitten söz ediliyordu.
İstediğiniz yerden kanıt, bilgi ve belge bulun ve hatta bu
yapıların birçoğunun tek parti döneminden sonra da yıllar yılı cami
ya da mescit olarak ayakta olduğuna tanıklık etmiş bölge efradını
getirin, artık aksini kanıtlamanız mümkün değil. Tek parti
dönemindeee 300 mesciiid AHIR yapıldııı. Bunlaaar bunu da yaptı! O
kadar.
Yüzlerce mescidin ahır yapılması meselesinin ne sıklıkla
telaffuz edildiğini hiç üşenmeden bir bir saymak gerek. Çok
elverişli bir propaganda malzemesi olarak tahminlerimizden bile sık
tekrar ettiği kesin. Niçin etmesin? Dini/manevi ve hatta kültürel
değerleri ve duyguları aşağılama gerekçesi etrafında tanımlanmış
envaiçeşit suç var memlekette ama aynı şeyleri propaganda malzemesi
yaparak sonsuzca istismar etmek gibi bir suç yok biliyorsunuz.
Peki peki dağılmayayım madem; bu 300 mescit olayının çok ama çok
tekrar ediyor olmasının nedenini bir anlamaya çalışalım önce,
oradan da hepimizi çatlatıp patlatarak yıkılan AKM’yi son bir
ziyaret edeceğiz. Daha çok işimiz var.
Propagandada tekrarın önemini ve propagandanın içeriğini
oluşturan konunun “doğru” ya da yalan olmasının önemsizliğini,
Hannah Arendt, totaliter rejimler bağlamında şöyle dile
getiriyor:
“Kitleler görünen hiçbir şeye, kendi öz deneyimlerinin
gerçekliğine bile inanmazlar; kendi gözlerine, kulaklarına
güvenmeyerek, bir anda kendi başına evrensel ve tutarlı olan
herhangi bir şeyin peşine takılarak, yalnızca kendi imgelemlerine
saygı duyarlar. Kitleleri ikna eden şey olgular hatta uydurma
olgular da değildir; yalnızca bu olguların parçaları oldukları
düşünülen sistemin tutarlılığıdır. Kitlelerin kavrama ve anımsama
kapasitelerinin düşük olduğuna yönelik yaygın kanı yüzünden önemi
bir biçimde abartılan tekrarlama yöntemi, sırf kitleleri zaman
içinde tutarlılığa inandırdığı için önemlidir.”(1)
Arendt’in sözleri yeterince açık değilse, hamurumuz hazır kulak
memesi kıvamına gelmişken, hemencecik bir açma açıvereyim size.
Şöyle demeye getiriyor Hannah Arendt; 300 mescidin gerçekte ahır
yapılmış olup olmadığının hiçbir önemi yok. Kitleler bunun böyle
olmadığına gözleriyle tanıklık etmiş olsalar da yok, olmasalar da
yok. Önemli olan işin tesadüfe bırakılmaması ve 300 mescidin ahır
yapılmış olduğunun tutarlı biçimde tekrar edilmesidir. Yeterince
tutarlı bir biçimde aynı şeyleri söylerseniz kendiniz bile kendi
tutarlılığınıza ikna olur ve söylediğiniz şeye inanırsınız. Belki
bizim atalarımız bir Hannah Arendt değildi ama onlar aynı şeyi çok
daha basit biçimde söylemişti aslında; “Bir şeyi kırk kere
söylersen olur.” Bu özlü sözün sadece geleceğe referans verdiğini
düşünmenin alemi yok. Geçmiş için de bir şeyi kırk kere söylerseniz
olur. Olmuşsa da olur, olmamışsa da olur. Anlayın artık. Çatlatıp
patlatmayın adamı…
Tabii bu noktada söylemek istediğim şey, 300 mescidin gerçekten
ahır yapılmamış olduğu filan da değil. Onu ben nereden bileyim? Ben
sadece bugün bu konunun siyaseten nasıl kullanıldığı ile
ilgileniyorum. Devlette ve siyasette süreklilik esas ise ahıra
çevrilmiş 300 mescitten, bir tür anma veya bir iade-i itibar gibi
tasarlanmış törensel bir ortamda, enine boyuna ve inandırıcı
biçimde bir kez ve büyük bir ciddiyetle söz edersiniz. Bir devlet
adamı olarak, ibadet mekanlarını talan etmekle kalmayıp üstüne
üstlük bir de ahıra çevirerek insanımızın duygularını bu denli
incitmiş bu zihniyeti telin ettiğinizi, o mekanlara yapılanlardan
çok derin bir üzüntü duyduğunuzu söylersiniz. Sonra da o
mescitlerin ve duyguları incinmiş olanların hatırına artık biraz
susarsınız. Siyaset dünyasından buncacık bir vakar beklemek çok mu
imkansız artık?
Gelelim şu çatlayıp patlamamızı gerektiren AKM mevzuuna.
Çatlasak da patlasak da yıktılar işte. Murat Belge’nin de iki gün önceki yazısında
değindiği gibi, Cumhuriyet tarihi boyunca bir tek mimari eser bile
yapılmadığını ağır biçimde aşağılayarak ifade eden Cumhurbaşkanı, o
dönemden miras kalan az sayıda yapıdan birinin yıkıldığını da
“çatlayın patlayın” diyerek duyuruyor! Belirtilen dönemde kültür
varlıklarımıza dahil edilmiş daha çok eser olsaydı onların da aynı
biçimde yıkılması kuvvetle muhtemeldi demek ki. Bizler de her biri
için çatlayıp patlamaktan yok olup giderdik böylece. İyi hesap…
O değil de, son olarak kaç yaşımda “çatlayın patlayın”lı bir
cümle kurduğumu epeyce düşündüm bugün. Hatırlayamadım. Çocukken
-Diyarbakır’ın kırmızı bir toz tabakasıyla kaplı dar küçelerine
değil de sanki Kraliçe Elizabeth’in torunları olarak Buckingham
Sarayı'nın bahçesine çıkacakmışız gibi- saçımızdan tırnağımıza
kadar terbiye edilmiş olarak sokağa salınırdık. Böyle laflar
edemezdik biz. Kesinlikle. O zamanlar yoktu böyle bir özgürlük.
Kendi küçesinin tozuna yabancı, Batı özentisi öğretmen kuşakları
ve ebeveynler, işte o vakitler böyle uygun görmüş ve böyle
yetiştirmişti bizleri. Aramızdan birçoğunun babası da öğretmendi
zaten ki “yaşam boyu eğitim” denen şeyin ne olduğunu daha ekmeğe
pepe derken öğrenmiştik. Dönemin o “idealist” öğretmenlerinin
yetişemediği yerde de Kemalettin Tuğcu imdada yetişiyordu. Sıkıysa
“çatlayın, patlayın” diyelim birine, Kemalettin Bey Amca kitap
sayfalarının arasından gözlerini belerterek bakar, bastonunu
sallardı. Iyy ıyy... Şöyle bir ağız dolusu “çatla, patla”
dedirtmediler elbirliğiylen… Nur içinde yatasıcalar. Ne iyi oldu
ya, ne güzel oldu şimdi. Cumhurbaşkanı bile “çatlayın, patlayın”
diyor!
Özgürlüğünüzün farkında mısınız? Sakız gibi patlatarak
lafları…
Tabii bu özgürlükleri bize sağlayan ve tuvalet fiyatları olsun
ya da faizleri inadına inadına düşürmeyen Merkez Bankası olsun her
şeyle ama her şeyle bizzat uğraşan, gözünü vekillerin ve bakanların
filan üzerinden bir an olsun ayıramayan Cumhurbaşkanı tahammülfersa
düzeyde yoruluyor. Bir tarafa çeki düzen veriyor tam, hop bakıyor
ki diğer taraf dibe vurmuş. Son olarak da dolar alıp başını gitmeye
kalkmasın mı? Arkadaşımın minik ve tatlı kızı Ekin gibi, “Bırak
gitsin dönerse senindir, İskender’se benim!” diyecek hali yok sayın
Cumhurbaşkanının. Çoluk çocuk bu esprinin de suyunu çıkardı
zaten...
Ne yapsın, her şeyle ayrı ayrı uğraşıyor o da. Böyle her şeyi
üzerine yıkıyoruz. Sonra da neymiş efendim, tek adammış!
Tek adam mek adam, çatlayın patlayın. Kaşmerler sizi! Bu sözcüğü
Ekşi Sözlük'te “kaşmer” başlığı altında dördüncü
sırada yer alan “bozucuk” nickli yazarın tanımladığı anlamda
kullanıyorum ha. Başka manalara çekmeyin.
Kaşmer demişken, bugün canım ibişli bir cümle kurmak hiç
istemiyor. Bu yazıdan da eksik kalıversin…
(1) Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 3/
Totalitarizm. Çev., İsmail Serin. (İstanbul: İletişim Yayınları,
2014). s.110.