Cehaleti Seçmek

Lacan öğretisi boyunca şunu belirtir: Cehalet, aşk ve nefretten daha büyük bir tutkudur. Buradaki tutku, cehalete yönelik, bilmezden gelmeye yönelik, bilmemezliğe yönelik bir tutkudur.

Abone ol

Atakan Yorulmaz*

"Kişi, yazgısını kendi yazandır- kendi yazamıyorsa da,

yine, kendi yazgısını yazamayan olarak,

yazamadığı yazgısını kendi yazandır”

Yürüme, Oruç Aruoba.

 “Bana ne oluyor, bilmiyorum…”

Muhtemelen bu cümle, bir psikoloğa, psikoterapiste ya da psikanaliste başvuran birinin sarf ettiği ilk cümlelerden biridir. Başvuran kişi ne olduğunu bilmediği, anlamlandıramadığı, onu rahatsız eden belirsiz durumlara karşı bu cümleyle kapıyı çalacaktır. Terapiye, analize götürdüğü şey ise şöyle bir işleyişe sahip olabilir: Olduğu için bilmiyor, bilmediği için oluyor. Bu yazı boyunca bu “olduğu için bilmemek” ve “bilmediği için olmak” durumu cehalet üzerinden aktaracağım. Ancak burada ele alacağım cehalet kavramı, Lacancı psikanalizde “bilmemezliğe, bilmezliğe” ilişkin bir tutkuya atıf yapmaktadır. Bu kavramı da yazı boyunca öznel olandan toplumsal olana doğru olarak açmaya çalışacağım.

Hergünkünlük içerisinde hepimiz, vaktiyle yapmak istediğimiz şeyleri ertelemeye meyilliyizdir; Bakmayı erteleriz, görmeyi erteleriz, işimizi erteleriz, ders çalışmayı erteleriz, bir konuşmayı erteleriz, ev işlerini erteleriz ve bunun gibi pek çok şey de devamında gelir. Ancak bir noktada durduğumuzda geriye yönelik şu ifade belirir kafamızda: “Yine vaktimi boşa geçirdim.” Bizi aslında sabote eden bu durum hemen hemen her gün yaşanır ve her defasında aynı serzenişte bulunuruz. Ve ertesi gün yine aynı işleyiş tekrarlanır, bir sonraki gün yine, ondan sonraki gün yine. Bu basit görünen ama aslında çok zor olan bir oyundur. Oyunun işleyişi ise şudur: Değiştirmek isteriz ama mevcut durumdan vazgeçmek de istemeyiz. Peki neden?

Fransız psikanalist Jacques Lacan, Ecrits’de (Yazılar) ve 1952’den 1981’e kadar verdiği seminerleri boyunca üç tutku biçiminden bahseder. Bunlar aşk, nefret ve (l’ignorance) cehalet/bilmezlik/bilmezden gelmektir. (Lacan, l’ignorance ile meconnaissance kavram ile karıştırılmaması gerektiğini önemle vurgular) Lacan öğretisi boyunca şunu belirtir: Cehalet, aşk ve nefretten daha büyük bir tutkudur. Buradaki tutku, cehalete yönelik, bilmezden gelmeye yönelik, bilmemezliğe yönelik bir tutkudur. Konuşan varlık, bilmek istemez çünkü olduğu için bilmediği şeyin kendisinden keyif almaktadır.

Bu noktada şu soruyu sormak gerekir? Bu tutku bir zorunluluğun seçimi midir yoksa bir seçimin zorunlu işleyişi midir? Cehaleti bilinçli ve bilinçdışı olarak sürdüren nedir? Beni bu sorularla muhatap kılan şey, son zamanlarda gördüğüm en etkileyici sergilerden biri olan Cehaleti Seçmek sergisi oldu. Akbank Sanat’ta yer alan sergide hem öznel hem de toplumsal olarak cehalet tutkusunun nasıl işlediği ele alınıyor. Bu sergi içerisinde yer alan bir video ve eser üzerinden bu tutku biçimini ele almaya devam edelim.

Küratörlüğünü Ekmel Ertan’ın üstlendiği “Seçilmiş Cehalet: Bilgi ve Bilmek İstemediğimiz Şeyler Üzerine” sergisinin tanıtım metninde şu ifadeler yer alıyor:

“Her şeyi bilemeyeceğimizi biliyoruz. Bildiklerimizin bir kısmını farkında olmadan, kaçınılmaz olarak öğreniyoruz. Bilmediklerimizin bir kısmını bilmemeyi tercih ediyoruz. Bu durumda bildiklerimiz kadar bilmediklerimiz de seçimlerimize dair. Bilgi evrenimiz bilmeyi seçtiklerimiz kadar bilmemeyi seçtiklerimizden de oluşuyor. Cehaletimizi de kendi tercihlerimizle oluşturuyoruz. Neyi bilmek istemiyoruz, neden bilmemeyi seçiyoruz?”

Yukarıda yer alan kelimeler, cümleler cehalet tutkusunun günlük hayatımızda hem kendimize karşı hem de diğer kişilere karşı konum aldığımızı bir nevi özetliyor. Her şeyi bilemeyeceğimizi bildiğimiz halde ve bildiklerimizi aslında hem bilinçli hem de bilinçdışı olarak öğrendiğimiz halde, bildiklerimizin bir kısmını bastırıyoruz. Ve bu bastırma konuşan varlığın hangi göstereni ya da gösterenleri bilinçli olarak aktaracağı ve bazı gösterenlerin nasıl bilinçdışına iteceğine dair bir seçimden oluşuyor, yani bilinçdışı bir seçimden. Ancak bu rasyonel bir seçim değildir, burada psişik mekanizmalar devrededir, travmatik olan bastırılmıştır. Rasyonel bir seçim olmaması zaten onun travmatik bir gösteren ile ilişkili olduğunu belirtmektedir. Bizi rahatsız eden, acı veren, bilmek istemediğimiz bir şey ile ilgilidir. Bu travmatik olan bilgiyi ya inkâr ederiz ya da reddederiz, duymak istemediğimiz için kulaklarımızı, görmek istemediğimiz için gözlerimizi kapatırız. Bu noktada cehalet bir seçim değildir ve travmatik olana yaklaşma imkânı da analiz sırasında bu inkâr ve reddetmeden çıkmaktadır. Psikoterapist/psikanalist bu travmatik deneyim üzerinden yeni bir bilgi için serbest çağrışım yöntemini kullanarak danışanı/analizanı konuşmaya davet eder. Bu travmatik olanı farklı bir biçimde ele almanın yoludur. Buradan itibaren danışan/analizan ya daha çok bilmeye yönelik bir arzuyla seanslarına devam edecektir ya da karşılaştığı bu durumla başa çıkamayacağını düşünüp seansı/analizi bırakacaktır ve yapmakta olduğu şeyi yapmaya devam edecektir. Bu cehalet tutkusuna ilişkin öznel bir konumdur. Peki toplumsal olarak bu tutku nasıl bir işleyişe sahiptir?

'ÇIKAR GÖSTER TELEFONUNU'

Sergide “Bilinçli ve Bilinç dışı Cehaleti Seçmek” konuşmasıyla yer alan Slovenyalı filozof Renata Salecl, toplumsal bağlamda cehaletin bir seçim olduğunu vurgulayarak insanların konumları ve çıkarlarını düşünmemizi ister. Ona göre, toplumsal işleyiş içerisinde kasten bir şeylere gözlerimizi kapatırız, bir şeyleri reddederiz, inkâr ederiz. Bu gözlerini kapatma, inkâr etme bir bilgiye yaklaşmamaya çalıştığımız anlarda ortaya çıkmaktadır. Ve Salecl’e göre bu durum, bilmezden gelmeyi önceleyen stratejik bir cehalet biçimidir.

Bu duruma günümüzde örnek olabilecek olan en iyi olaylardan biri, ekonomik duruma ilişkin bir tartışma sırasında aniden beliren ve “Çıkar telefonunu göster” şeklinde bir söyleme bürünen insanlar olabilir. Ekonomik geçim sıkıntısı yaşayan insanların nasıl sorunlar yaşadığını aktardığı sırada, onların yaşadığı duruma karşıt olarak telefonu bir “iyi olma hali” gösterenine büründürmek, bu söylemi aktaran insanlar için ekonominin iyiye gittiğinin düşlemini sürdürmeye yönelik bir hamledir, ki bu durum stratejik bir cehalettir. Örneğin, Almanya’dan Türkiye’ye geldiğini belirten bir kişi röportaj sırasında, Türkiye’de her gencin cebinde iPhone olduğunu belirterek ekonominin iyiye gittiğini vurgular. Sözleri sadece bu vurguya yöneliktir ki, sözlerinde eksik olan aktardığı konunun mukayesesidir. Almanya’da 2022 yılı itibariyle günde 8 saat olmak üzere 6 gün çalışan bir işçinin asgari ücreti yaklaşık 2 bin 300 eurodur (yaklaşık 36 bin lira) ve yeni çıkan iPhone 13 ise 899 euroya (yaklaşık 14 bin lira) satılmaktadır. Yani Almanya’da çalışan bir işçi, asgari ücretinin yaklaşık 3’te biri ile iPhone 13 alabilmektedir. Türkiye’de ise işler elbette böyle değildir. Net asgari ücret 4 bin 253 lira, iPhone 13 fiyatı ise 16 bin 299 liradır. Yani Türkiye’de bir işçi, aldığı asgari ücretten hiçbir harcama yapmadan 4 ay para biriktirirse ancak iPhone 13 alabilmektedir. Bu basit mukayeseye karşı, tek bir telefon gösterenine yönelik genel bir ifade kullanmak, stratejik cehaletin bana kalırsa en güzel örneğidir.

Elbette bu durum tek bir olaya özgü bir işleyiş, bir ifade biçimi değildir. Telefon örneğiyle birlikte birçok değişik örnekler verilebilir. Bu örneklere ön ayak olan şeyler ise, hâkim söylem, sahte haberler, komplo teorileri, nereden ve ne zaman geleceği belirsiz bir saldırı düşlemi ve manipülasyona uğramış bilgilerdir. Bu durumlar da günümüzde bilgiyi ele alma tarzımızı belirleyen unsurlardır. Çünkü bu unsurlar içerisinde gösterenleri seçerek, karşıt olan bir söylemde olan insanları ikna etmek isteriz, düşlediğimiz yaşamlara bizim inandığımız gibi onların da inanmasını isteriz. Ancak telefon örneğinden olduğu gibi işler her zaman böyle yürümemektedir. “Çıkar telefonun göster” ifadesi, özneler arası ilişkiyi, yaşamları, davranışları yok sayan bir yerden gelmektedir. Bu stratejik bir hamledir, çünkü bu hamleyle kişiler, özellikle mevcut iktidarın iyi işlediğine dair gücü yeniden üretime tâbi tutmaktadırlar.

Telefon örneğinin ardından konuya ilişkin bir diğer örnek ise sosyal medya paylaşımlarıdır. Sosyal medyada dolaşan bilgiler, komplo teorileri, atıfsız aforizmalar, anonim hesaplar tanınmayı, beğeniyi ve etkileşimi hedeflediği için burada bilgi önemsizdir. Çünkü asıl mesele meta değil, getirdiği keyiftir. (Lacan’ın şu sözünü hatırlatmak isterim: Kapitalizm metaları değil, deneyimleri satar). Bu durum da hem paylaşan hem de paylaşımla etkileşime giren insanlar için stratejik bir cehalet biçimine bürünür. Anonim hesaplar, troll hesaplar da yine bu stratejik cehalete güzel birer örneklerdir. Kim olduğunu bilmediğiniz, nefret söylemine varana kadar ifadelerde bulunan insanlar da stratejik cehalet biçimini kullanarak gerçek kimliklerinden azade bir kullanıcı olarak, anonimliklerinin arkasına saklanarak rahat rahat ifadeler kullanabilmektedir. Burada stratejinin getirdiği keyif, yine bilinmemezlik, bilmezlik üzerinedir.

Başta belirtiğim “olduğu için bilmemek” ve “bilmediği için olmak” durumunu bu noktadan toplumsal olarak yeniden aktarmak gerekmektedir. Telefon örneğinde olduğu gibi, hâkim söylemi yeniden üreten söylemler, olanın işleyişine karşı bir bilmemezlik pozisyonunu önceliyor ve madalyonun diğer yüzü de, bu hâkim söylemi üreten kişiler bilmediği, görmediği olaylar üzerine stratejik bir oyun belirleyerek bu olanın devamına imkan sağlıyor. Bu imkanları da Oruç Aruoba’nın da belirttiği gibi, kendi yazgısını yazamayan olarak yazgısını kendi yazanlardan, kendi yazgısını kendi yazanlara çekmek için de bir mukayese ortamı ve ifşanın getirdiği bir inşa mekanizması yaratmak gerek.

*Bağımsız araştırmacı