Çehreler ve öyküleri: Trump, Fillon, Renzi, Van der Bellen...
Belki bu dönemde, ABD’deki yeni yönetimle birlikte, yalnızca İslamcılığın demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmaması değil, bizatihi İslam dininin kendi tartışılır olacak. Suriye’de ve Irak’ta IŞİD’in kökü kazınırken, IŞİD’le mücadelede en etkin bölgesel işbirliği ortakları kimlerse, onlar ABD yönetiminin teveccühüne mazhar olacak.
ABD’nin seçilmiş başkanı Trump iki parçalı bir kabine kuruyor. Bir tarafta kendinin odaklanacağı ABD içi ve ekonomik konularla ilgili çalışacak bakanlar milyar dolarlık servete sahip iş insanları. Diğer tarafta, bizi çok daha fazla ilgilendirecek dış politika ve güvenlik konularına bakacak teknokrat kökenli bakanlar.
Düşünün: Ulusal Güvenlik Danışmanı Askeri İstihbarat Teşkilatı’nı yönetmiş Korgeneral Flynn, Savunma Bakanı Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) yapmış Orgeneral Mattis, CIA Direktörü Temsilciler Meclisi Daimi İstihbarat Komitesi’nin kıdemli üyesi Pompeo. 10 küsur yıl CIA Operasyonlar Bölümü’nde görev almış daha sonra Savunma Bakan Yardımcılığı yapmış (Blackwater geçmişi de olan) Mary Beth Long’un da Cansu Çamlıbel’le söyleşisinden ekibe dahil olduğu anlaşılıyor. Yine eski CENTCOM ve CIA Direktörü Orgeneral Petraeus eski başkan adayı Mitt Romney ile birlikte Dışişleri Bakanlığı’na düşünülen isimler arasında. Petraeus’un mentoru Orgeneral Keane’in Trump tarafından Savunma Bakanlığı ilk önerilen ancak görevi kabul etmeyen kişi olduğunu da not edelim.
Bu isimleri yan yana dizdiğimizde yeni bir siyasetin profili şekilleniyor. Bunların hepsi saha deneyimi olan ve hatta bilfiil çatışma görmüş kişiler. Birinci, ikinci ve üçüncü öncelikleri IŞİD’le mücadele. İslam hassasiyetleri de yok, demokrasi öncelikleri de. Mavala karınları tok. Ders almaya niyetleri yok. Sahadaki gelişmeye reaksiyon verme, sorumluluk alıp, karar uygulama süreleri çok kısa olacak. Suriye’de Şam’la ve Moskova’yla işbirliğinden çekinmeyecekler. Cihatçı direnişin fişini muhtemelen çekecekler. Ona göre koltukların dikleştirilip, emniyet kemerlerinin bağlanması yerinde olur.
Fransa’da da 2017 Mayıs ayında Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak. Malum orada da yarı-başkanlık rejimi var ve dışişleri ile savunma konuları doğrudan Cumhurbaşkanı’nın alanı. Yüzde 25’e ulaşan halk desteğiyle Avrupa’daki en güçlü milliyetçi popülist parti Front National Fransa’da. Ancak sistem orada çözümü kendi içinden bulmuş gibi. Fillon, kamuoyu yoklamalarında merkez sağ Cumhuriyetçiler’in dördüncü adayı gözükürken ikinci turda %65 gibi net bir sonuçla adaylığı aldı. Bunun ilk sonucu sosyalist Cumhurbaşkanı Hollande’ın seçime girmeyeceğini açıklaması oldu. Sosyalist Başbakan Katalan asıllı Valls adaylığını açıklasa da partiyi kendi ardında toplayabilmiş değil. Görünen o ki, Fillon ve FN adayı lePen ikinci turda baş başa kalacak ve Fillon seçilecek. Fillon inançlı bir Katolik, iyi bir teknisyen, 500.000 kamu çalışanının işine son vermeyi önerecek denli keskin bir Thatchercı. Ama aynı zamanda o da Rusya ile işbirliğinden yana ve bölgede hem önceliği kesinlikle IŞİD’le mücadele olarak belirliyor, hem cihatçı direnişe yardımın kesilmesini öneriyor.
İtalya Başbakanı Renzi, yürütmenin gücünü artıracak anayasa değişiklikleri referandumunu %59.11 gibi yüksek hayır oyuna karşı kaybetti. Henüz 41 yaşındaki Renzi, yenilgiyi “(senatodan) bir iki koltuk eksilteyim dedim, giden kendi koltuğum oldu” şeklinde izah etti. Esasen Renzi, Kuzey İtalya ırkçısı Liga Nord, Berlusconi’nin populist Forza Italia’sı ve komedyen Beppe Grillo’nun Beş Yıldız Hareketi’ne (“M5S”) karşı pragmatist bir seçenekti. Ancak Mussolini faşizminin heyulası o denli güçlü olacak ki, önerdiği reformlar kabul görmedi. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana İtalya’da hükümetlerin ortalama görev süresi bir yıl. Yine de İtalyan ekonomisi halen Almanya, Britanya ve Fransa’nın ardından, İspanya’nın önünde AB içinde dördüncü sırada. Ekonomi Renzi’nin istifasından da pek olağanüstü etkilenmedi. Renzi, Demokrat Parti (PD) liderliğinden ayrılmadığı takdirde parlamentodaki en güçlü isim olmayı sürdürecek. Erken seçime gidilmesi karmaşık ama güçlü olasılık.
Avusturya’da ise Yeşiller’ce desteklenen bağlantısız aday Alexander Van Der Bellen sembolik konumu olan cumhurbaşkanlığına seçildi. Seçimin önemi Van Der Bellen’in cumhurbaşkanlığı yetkilerinden ziyade, aşırı sağın adayını yenilgiye uğratmasında ve Avusturya’nın en azından şimdilik Macaristan’ın yabancı karşıtı otoriterci çizgisine savrulmasını engellemesinde. Van Der Bellen, Stalin’in baskısından kaçıp Avusturya’ya sığınmış aristokrat bir aileden geliyor.
Alt alta yazdığımızda bu gelişmeler, bu isimler bize ne anlatıyor? Demokrasi, kurumlar sağlam oldukça kendi içinde çözüm üretebiliyor. Yönetilen, yöneteni sıkı denetlemek, hesap sorabilmek istiyor. Valls’ın Katalan, Van Der Bellen’in Rus kökenlerinin anımsattığı gibi etnisite sorgulanmıyor, ancak Avrupa değerlerinin daha kalın biçimde altının çizileceği bir dönem bizi bekliyor. Belki bu dönemde, ABD’deki yeni yönetimle birlikte, yalnızca İslamcılığın demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmaması değil, bizatihi İslam dininin kendi tartışılır olacak. Suriye’de ve Irak’ta IŞİD’in kökü kazınırken, IŞİD’le mücadelede en etkin bölgesel işbirliği ortakları kimlerse, onlar ABD yönetiminin teveccühüne mazhar olacak.
Demokratların dünyası sürekli bir dönüşüm halinde. Bu dönüşümün tüm aktörlerini aynı kefeye atıp, “popülizm yükseliyor” naraları atmak akılcı da değil, gerçekçi de. Bizim için önemli olan hür dünyanın ülkemizi giderek arkada bırakıyor olması. Bizim de önümüzde 2017’de bir rejim değişikliği plebisiti olacak. Tercih hepimizin.