Halen “olmakta olduğu”, olgunlaşma dönemine giremediği için ne zaman ne tepki verebileceğini bilmeyen, duygularını kontrol edemeyen, duygularını tanımlamak için kelime dağarcığı zayıf kalan, sorumluluklarını taşıyamayan, olmadı sorumluluğu başkasına atmaya meyilli, itiraz eden, öfke duygusuna tutunan, hatta öfke çevresinde örgütlenen duygusal bir kalabalık... Hırçın bir çocuk gibi tepkiler veren, çocuk kalmış bir toplum... Büyük gözükmek istiyor üstelik; takma bıyık ile etrafta caka satıyor.
Doğu Özgün’ün x-ist’te devam eden kişisel sergisi Takma Bıyık, otoriter rejimlerin toplumda yarattığı deformasyona odaklanarak toplumu yetişkin taklidi yapan çocuk metaforuyla resmediyor. Sergi, aileden başlayarak içinde bulunduğumuz kurum ve kurallardan devam ederek toplumsal dayatmaları, kabulleri ele alıyor. Hep beraber oturuyor ve düşünüyoruz bizi algılarla nelerin zincirlediğini.
AÇ O KAPIYI, ÇIK DIŞARI
Doğu Özgün, bu serisinde, yetişkinlik performansını pek de iyi kıvıramayan, üzerine büyük gelmiş elbiselerle ortada gezinip duran çocuk-toplumu mercek altına alıyor. Kendi içindeki çocuktan yola çıkıyor, soyut kavram olarak çocukluk üzerine düşünüyor ve toplum olarak çocukluğumuzu inceliyor. Sergide bu sorgulamayı iki bölümde bizlere sunuyor sanatçı: İlk girdiğimiz kapıda sanatçının kendi çocukluğu var; öğretilenlerin, ezberlerin dışına nasıl çıkabileceğini araştırdığı bölüm. İkinci bölümünde ise soruları daha da zorlaştırıyor, artık karşı çıkacaklarımızı değil, karşı çıkışın dayanaklarını, kaynaklarını arıyoruz beraber.
İlk girdiğimiz kapı demiştim; hakikaten de sergideki ilk resimde gizli bir kapı var dikkat ederseniz. Bir piyanist görüyorsunuz resimde. Usta bir piyanist bu; notalarını, ritmini iyi biliyor. İster bir diktatör, ister despot bir ebeveyn olsun, bu usta piyanistlerin neye kızacağını çocuklar, çocuk toplumlar kestirebilir. O ritimde gitmek, bize bir güven duygusu verir bir nevi; ama biliyoruz ki bu güven duygusu kendimize söylediğimiz bir yalandır, sahtedir bu hal aslen. Azarlandığın, ezildiğin bir ortamda, en azından ortamı biliyorum diye kalmanın kandırmacasıdır. İşte serginin ilk resminde, Doğu Özün size resimdeki gizli kapıyı sunarak sorgulama, özgürleşmenin eşiğinden geçmenizi öneriyor.
Bu bölümdeki eserler, hem bu yalancı güven ortamını hem de o ortamdaki itaat halini irdeliyor. Otorite seni cezalandırmadan senin kendini cezalandırman, otoritenin sonsuzmuş gibi davranması, senin bunu kabul edip düşünmeden kendini onu kollarına bırakman. Kendini otoritenin kollarına bırakırken, düşünmek, aksiyon almak üzerine aslında hiçbir sorumluluk almaz ve böylece bu kapana kısılırken aslan kesilmen... Hem otoritenin hem senin “mış gibi” yapışınız... (Çok tanıdık olması ne kadar üzücü diye düşünmekten kendimi alamıyorum.) Sanatçının tüm bunları edebiyat, filmler üzerinden, metaforlar ve incelikle anlatması... Ateş taklidi yapan kılıçlar, dilli fare kapanları, kök salmış bitkiler... İkili okumalara da açık birçok sembol sana anlaşmaları bozman, belki fark bile etmediğin algıları kırman için düşünsel bir alan açıyor. Her açıdan üstelik. Sadece toplum, aile değil; kurduğun ikili ilişkilerde de. Karşında yazarken silen bir kalem duruyor mesela; iki kolu var gibi... Bir çiftin içindeki teksin ve tekliğini kaybediyorsun uzlaşma uğruna. Toplumda partnerlerin, ortakların hep aynı fikirde olması beklenir, diyor sanatçı. Sürekli aynı fikirde olmak senin fikrini zamanla silmez mi? Bu, zamanla ilişkiyi sabote etmez mi?
O KABUĞU KIRABİLİR MİSİN?
Böylece Ninniler ile serginin dönüm noktasına geliyoruz. Serginin bu bölümünde Doğu Özgün’ün hayvan politikaları üzerine doktora tezinin de yansımalarını görüyoruz. Çok basit ve anladığım kadarıyla ifade etmek gerekirse sanatçı uzun bir süre, insanlığın kabul ettiği aile, ırk, cinsiyet, ekonomi gibi sınıflarla türcülüğün bağdaştığı noktalara kafa yormuş. Body horror (grotesk, deforme insan-hayvan vücutları) estetiğini seven ve sık kullanan Özgün, bu iki fikirden yola çıkarak kaplumbağa yüzgeçleri olan, canavara benzeyen bir anne yaratmış. İnsanlar da aynı kaplumbağalar gibi kabuklarını kurmak, annenin, devletin, toplumun sıcak ve güvenli gözüken kucağından ve açık denizlere doğru gitmek zorundalar. Ama özellikle bizim toplumumuzda kutsal anne, devlet baba, gücünü ve hayat enerjisini o çocuğun varlığından aldığı için o kabuğun kırılmaması için her şeyi yapıyor.
Kendi kabuğunu kırabilir misin? Nelere katlanabilirsin? Hangi zorbalıkları aslında içselleştirdin? Doğru olan, insanları ayrıştırmamaktır, biliriz. Faşizmi kınarız, ayrımcılığa karşıyız. Gel gör ki kendimizin en küçük bir “kusurunda” kendimize zorbalaşırız. Başkalarına gösterdiğimiz insanlığı kendimize göstermeyiz. Yaşadığımız çevreye göstermeyiz (Hesap Lütfen), şehrimize (Cornucopia) göstermeyiz. Resimdeki kerpetenlerle, içimizdeki diktatör içimizi kemirir; kendi ortamımızı oburca pasta yiyen bir çocuk gibi tüketiriz. Kendi kendimizin diktatörü olur, üstelik bir de kendimize değer biçeriz. Aynı Doğu Özgün’ün Değersizler serisindeki gibi... Kendi fiyatımızı tartarız, şansın kapıyı bir kere çalacağını düşünür ve o şansı hala yakalayamadıysak suçun kendimizde olduğunu düşünürüz. Biri bizi sömürür, biz bir başkasını sömürürüz, bunu düzen sayar, aşağıdakine aldırmayız. Bütün bunları anlatan resimler de anlattıkları, tekniği, sanatsal değerinden çok fiyatıyla ölçülüyor diyor, sanatçı. Bir eser pahalıysa değerlidir sanki... O yüzden Değersizler serisine bir otoportresini de ekliyor. Markette bekleyen, kokmasın diye sarılmış bir balık gibi bekliyor eserine değer biçilmesini sanatçı...
"Rutubetin ortaya çıkması için belli koşullar gerekir" diyor Doğu Özgün. Zorbalık, değersizlik hissiyatı, olgunlaşamamış çocukluk... Sergide anlatılanların hepsi içinde bulunduğumuz koşulları şöyle bir önümüze seriyor. Bunlar biriktikçe ne olabilir? Öfke. Öfkenin sadece güven duyulan ortamda ortaya konulabildiğini anlamış araştırmalarında sanatçı. Biz de çocuk-toplum olarak birbirimize bakıp, ortamı kollayıp öfkemizi kusuyoruz. Herkesin öfkeli olması adeta bir dayanışma ortamı yaratıyor. Bu hesaplı duygu, ortamını buluyor, sinirimiz çevresinde birleşiyoruz. Aynen Müdara resminde olduğu gibi, “iyiymiş gibi” yapan sahte gülüşlü cılız arılar olsak da elimize kendimizden çok büyük silahlar alarak kendimiz de zorbalığa başvuruyoruz. Arı, ejderhaya dönüşmeye niyetleniyor ama bu atılım da dönüşüm olamıyor... Böylece geliyoruz hikayenin sonuna, serginin en sevdiğim resmine: İntikam. Kırılgan, porselen bir çocuk gibi bu toplum. Değersiz hissedişi, zorbalık denemesi ama ejderhaya dönüşememesi, öfkesi, eril düzenin üzerindeki baskıcı gözleri... Kendine büyük bir ceket giyip büyük adam almak istiyor, beklentileri karşılamak istiyor, kendisine arkada duran ve onu yargılayan atalarının bıraktığı mirasa sahip çıkmak istiyor. Ceket büyük ama; tutun, düşüyor.
Doğu Özgün, geniş bir pencereden bakıp baskı ve zorbalıkla, sahte güven ile kurulan ilişkilerdeki toksiklikle faşizm, diktatörlük nasıl ortaya çıkar; işte böyle soru sora sora size cevap bulduruyor. “Hiç sevilmemiş, ondan hırçın, ondan öfkeli,” deyip işin içinden çıkabilir miyiz? Yoksa bir zahmet üzerine düşünsek mi?
Toplumsal eleştiri içeren sergide çuvaldızı kendime batırıyorum. Görüntüm, kariyerim, kararlarım ile ilgili kendime yaptığım zorbalıkları, illa üzerimde tutmaya çalıştığım olmayan ceketleri düşünüyorum. Yakın arkadaşlarımla kariyeri yakma “hayalimiz” (Kariyer nedir? Kimin için ne önemi vardır? Hayatta mutlu olmakla başarılı olmak aslında aynı şey değildir?), yurtdışına taşındığımda sonradan farkına vardığım “dönersem başarısızlık olarak algılanır,” baskısı (Kim algılar/yargılar? Başarı nedir? Mutsuzluğuma değer mi?) ve böylece hiç yoktan kendime stres yaratmam; kötü gözüktüğüme inandığım günlerde kendime güvenimin kaybolması. Bütün bunlarla ilgili arkadaşlarımla bitip tükenmeyen konuşmalarımız, kızgınlığımız, yılgınlığımız... Kim koydu bu kuralları? Neden giydim bu normları? Şimdi, ceketimi çıkarabilir miyim?
Doğu Özgün’ün kişisel sergisi “Takma Bıyık” 24 Haziran’a kadar x-ist’te görülebilir.