Ama yabancının canı yemek istemiyordu. Gene de –yaşamak gerektiğine göre– bir parça ekmeği suya bandı, yedi. Ama içinde istek ölmüştü; yeme, içme isteği bile. İstek duymadan kalkmıştı mezardan, yaşama isteği bile yoktu içinde, bir zamanlar dirimin bulunduğu yerde, gönül bulantısı gibi yatan, bütün varlığını kaplayan umut kırıklığından başka bir şey yoktu, bomboştu içi. Bununla birlikte, belki de, umut kırıklığından da daha derinlerde, bilinçlilikten bile daha derinlerde, istekten uzak bir kararlılık vardı. -D. H. Lawrence, Ölen Adam.
Ancak bilincine vardığımızda tuhaf bir tür kararlılık olarak adlandırılabilecek, “Evet, gerçekten de buymuş” denilebilecek bir dönemdi. Hayatta olduğumuz için utanç duyduğumuz; ölüleri gitmeleri gereken sembolik yere gönderemediğimiz için, hayatta kalan bizlerin de yaşamın, dirimin alanına geçiş yapamadığı bir dönem… Ölümle yaşam arasındaki sınırların bulanıklaştığı, ölülerin birer hayalete dönüşerek yakamıza yapıştığı, ölmüş olmanın değil, -tuhaf bir paradoksla- ölememiş olmanın, gidememiş olmanın hesabını sorduğu; onların bedenlerinin, bizimse ruhlarımızın eksik kaldığı bir sakatlanma… Ölümle yaşamın birliğinin, bu ikisinin birliğinde açığa çıkan bir şey olarak insani varoluşun sakatlanmasıydı bu. “Dokunma bana Magdalena” dedi, “dokunma daha! Daha iyileşmedim, insanlarla değinecek durumda değilim daha,” dedi adam.
“Ölüden hüküm kalkar.” Böyle demişti babam, sevmediği bir adamın çarşıdan geçen tabutuna omuz vurup da ben şaşkınlıkla sorgulayınca kendisini, “Ölü artık Allah’ındır, onunla ne yapılacağı artık bizim işimiz değil; bizim işimiz emaneti sahibine vermek!” Ölüden kalkan hüküm insanların hükmüdür; o artık dilerseniz divana-dara, dilerseniz o büyük mahkemeye terk edilmiştir. Artık insanların hukukunun dışındadır; ilahi hukukun, ius divinum’un alanındadır. Ama birileri, kendilerinin inandıklarını ileri sürdükleri ilahiyatın da hükmünü ellerine geçirmişçesine, kimi insanları hem dünyevi hukukun hem de ilahi hukukun dışına atabilecekleri inancıyla dolmuşlardı. Agamben’e göre biyo-politik iktidarın geldiği son aşamaydı bu; Mbembe’ye göre ise bunun doğru adı nekro-politika olurdu. Artık ölümü bir cezalandırma bile olmaktan çıkaran, bizatihi ölüme, ölümün insan dünyasındaki sembolik anlamına hükmetmeye çalışan bir iktidar biçimi… Oysa dünya kurulalı beri, insan hayatı, ölümle yaşamı istikrarlı bir biçimde birbirinden ayırmaya dönük edimlerle, bu ayrımla insan hayatı olabiliyor. Ölümü elinden alınınca, insandan geriye yalnızca biyolojik bir canlı kalır ki bu da ‘artakalan’ bir şeydir; insandan artakalan bir şey… Adam kadına “Gitmelisin artık,” dedi. “Dokunma bana, ölüm içindeyim ben. Üçüncü gün buraya gene geleceğim. Tanyeri ağarırken gel istersen. Gene konuşuruz o zaman.” Lawrence’ın sözünü ettiği kararlılık, bu arta kalmışın, dirimin tarafında bulunup da ölümle yaşam arasındaki belirsizlik bölgesine sıkışmışın içinde taşıdığı dirimin kararlılığı olarak da düşünülebilirmiş gibi geliyor bana. En nihayetinde iki şey, hayat ve arzu, daima bir yolunu bulmuyor mu? Dönmek gerekiyor hayata, bir yolunu bulup dönmek gerekiyor.
İster nekro-politik bir makine diyelim buna, isterse biyo-politik makinenin son sürümü olarak görelim, emin olduğumuz bir şey var ki ölümün niteliğinde, ölüme yaklaşımda insanlık tarihinde bugüne dek olmadığı kadar köklü bir ters yüz oluşla karşı karşıyayız. Geleneksel kategorilerin ve ayrımların ters yüz oluşu bu elbette; fakat tuhaf bir ikili işleyişle, bu kategori ve ayrımlar, yine kendilerinin ortadan kalkışının manivelası haline gelmiş, getirilmiş bulunuyorlar. Babamdan ölünün Allah’ın olduğunu öğrenmiştim örneğin; oysa bugün Enfal Suresi eşliğinde, Fetih Suresi eşliğinde bizzat ölümün sahipliğine soyunan bir iktidar biçimi var karşımızda. “Ben” diyor adeta, “can bağışlarım, can alırım.” Marcel Gauchet yankılanıyor zihnimde: Devlet varsa din yoktur! Devlet aklı çünkü, ius divinum’u adeta kullandıktan sonra attığı bir merdiven olarak görüyor.
Ölümün ve hayatın kayıt envanterini tutuyor devlet aklı. Neyin hayat olduğuna, hangisinin yaşanmaya değer olduğuna, hangisinin harcanabilir bir hayat olduğuna karar veriyor. Bunun din açısından köklü bir krize işaret ettiğinden bahsettiğinizde de şımarık, kimi zaman da yıvışık bir düşünmemezlikle karşı karşıya buluyorsunuz kendinizi. Eh, yine Benjamin’i çağırmalı belki. Brecht’in epik tiyatrosunun tam da deneyimlerimizin gasp edilişini kırmayı hedeflediği görüşünde olan Walter Benjamin, alttan alta bir tür teknokrasi eleştirisini de geliştirdiği bir pasajında, Brecht’in karakterlerinden biri olan Bay Keuner’in soğuk ve namuslu akılcılığının ne işe yaradığını sorarak şu yanıtı veriyor: “İnsanların önder, düşünür veya politikacı denen kişilere, onların kitaplarına ve nutuklarına hangi varsayımlarla bağlandıklarını kendilerinin görmelerini sağlamaya. Çünkü amacı bu varsayımları olabildiğince sarsmaktır. Bu varsayımlar demetini bir arada tutan bağ bir kez çözülmeye görsün, hepsi dağılıp gider. Bu bağ, bir yerlerde her şeyin eksiksiz düşünüldüğüne ve bizim de buna bel bağlayabileceğimize duyulan kesin inançtır. Böylece görevleri olan ve bunun için para alan insanlar, bütün diğerleri için düşünürler ve işlerinin uzmanıdırlar; hiç durmaksızın geride kalmış kuşku ve belirsizlikleri temizlemekle meşguldürler.” Kimileri bunun gönüllüsüdür. Para almalarına gerek yoktur, çünkü kendi öznellik biçimlerini tehdit altında görür, bunu savunmaya girişirler. İnandıklarını ileri sürdükleri dinin nasıl bir ırkçılığa, bu ırkçılıkla birleşmiş bir ölüm politikasına nasıl yedeklendiğini; bir istisna uzamında ölümle yaşam arasına sıkışıp kalmışların içindeki dirimin o belirsiz kararlılığını görmelerine elbette imkân yoktur.
“Hayır” dedi adam. “Geçmişteki âşıkların da bir hiç değildi. Onları seviyordun, ama sen, verdiğinden fazlasını alıyordun. O zaman kendi aşırılığından kurtulmak için bana geldin. Ben de, ama görevimde ben de aşırılığa kaçtım. Ben aldığımdan fazlasını verdim, ama bu da acılık, bu da kendini beğenmişliktir. Bu yüzdendir ki Pilatus’la büyük rahipler kendi aşırı kurtuluşumdan kurtardılar beni. Şimdi yaşamda aşırılığa kaçma Magdalena. Bu ancak bir yeni ölüm demek olur.
Hep verdiğinden fazlasını isteyen bir öznellik biçimi yaratır devlet. Bu yüzden zırcahil İslamcı, Enfal Suresinin kullanımındaki dehşeti göremez. Çünkü o hep alacaklıdır; hiç borcu yoktur. Adeta konmuş olduğu miras, onu bütün borçlardan azade kılmıştır. Sürekli biriktirir, biriktirdikçe aşırılaşır. Ama bu aşırılıktan kurtulmasını sağlayacak Mesih nerede? O kadar kibirli, o kadar kendinden emindir ki kurtuluşu düşlemez bile.
İlhan Berk, Bozgun şiirinde şunları söylüyor:
kuşsuzdu gök. gitti geldi atlılar alanlarda. düştü gölgesi silahların. yarı yüzlerini çıkardı çocuklar pencerelerden.
dirimin yarı yüzleriyle baktılar. boştu evler, kapı önleri,
karınca yuvaları.
Dirimin yarı yüzü dolaşıyor bugünlerde çehrelerimizde. En azından deneyimlerimizi adlandırma işi elimizden alınmasa keşke. Adam, “Ölüler arasından, gene ölümü aramak için kalkmadım,” dedi.