Canavarımızın kaç başı varsa ve o kafaların içinde kaç tilki dolaşıyorsa hepsi birbirini kuyruğundan yakalamış olmalı.
Atlet mi adalet mi tiyatrosu, ataletin eseri. Liderlerin söz düellosuyla üstü örtülmeye çalışılan, flash gündem. Yüzleşme korkusuyla yorganı başına çekercesine yaşanan atalet, devletin, hiç de kırk tilkininin kuyruğunun birbirine değmediği kurnaz insan aklıyla çalışmadığının göstergesi aynı zamanda. İki elin parmakları sayısını bulmayan gazeteci dışında kimsede parmağını oynatacak mecal bırakmamış olmalı bu atalet.
Aslında bu atalet yani tembellik, kımıltısızlık hali sorunun sadece canavarımızın kafasında olmayışından. Bizim canavar da kuyruğunu başka canavarlara kaptırdığından böyle. Gücü sadece kendi yurttaşlarını açlık grevine mahkum etmeye, hak savunucularını rehine pazarlığı yapar gibi diplomasi masasına koz olarak sürmek için tutuklamaya yeten bir canavar.
O flash diski açıklayıp, zamanında hukuken ve siyaseten gereğini yapma iradesini gösteremediği için yaşanan 15 temmuz darbe girişimiyle, açığa çıktı. Bizimki, kuyruğunu bir canavardan kurtarmak isterken diğerine kaptıran türden. Evet devlet aygıtımız içeride siyasi rekabet görüntüsüyle derin bürokratik çeteleşmelerin oyuncağı olmuş politikacıların söz düellosunu yaşarken dışarıda hegemonyalardan hegemonya beğenir halde. Böyle olur bizde “istiklal-i tamme” dediğin. En yerlisinden en millisinden hem de. Darbecin bir devletin, darbecinin adamları başka devletlerin ellerinde birer “mutlu rehine”. Bir başka devlet, darbeyi kendisinin haber verdiğini, yani kurtarıcın olduğunu ilan eder. Neden böyle, ne zamana kadar böyle sürer? Bu soruların cevabı bizim canavarın aklını aşar ama toplum aklı devreye girerse değişir her şey.
Kim ne derse desin kanaatimce demokrasi denilen şey sadece ve sadece bir kanalizasyon sistemi. Öyle anlaşılıyor ki devlet erklerinden biri olarak yönetim sistemine yargı adıyla dahil edildiği için, adalet kavramı ve bilinen en geniş anlamıyla hukuk değil elbette ama “modern devletin hukuku” da bu kanalizasyon sisteminin, kurucu işletmecisinden başka bir şey değil. Bütün pislikler iyi işleyen demokrasilerde, hukuk devleti niteliği taşıyan ülkelerde de çok benzer şekilde gerçekleşiyor ama onları ait oldukları yere gönderecek en azından toplumu eh işte denebilecek şekilde temiz tutan bir sistem var. Biz de o sistem işlemediği için boğazımıza kadar batmış haldeyiz.
Hizbullah cinayetleri gündem olduğu sıralarda batı basını meşhur manşetle “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diyerek duyurmuştu konuyu dünyaya. Lakin olmadı. Yarım kaldı. Başka birçokları gibi darbe davaları gibi yarım kaldı. Gerçekten temizleyebilmiş olsaydık bu ülkenin bağırsaklarını, bir aydır milyonla soru sorulur ve bir o kadar da cevap alınırdı.
25 Temmuzdaki grup toplantısında Kemal Kılıçdaroğlu tarafından kamuoyuna duyurulduktan sonra meşhur olan flash disk, normal şartlarda o günden bu yana tek gündem olurdu. Basında yayınlanmış olurdu hatta. Bugün içeriğindeki bilgilerin doğruluğunu/yanlışlığını konuşuyor olurduk. Ama şu anda hala varlığını, açıklanmayış nedenlerini, gereğinin yerine getirilmeyiş nedenlerini bulabilmek için sorular üretmek durumundayız. Üstelik sorular da sınırlı, soranlar da.
Alper Görmüş’ten Soner Yalçın’a, Barış Terkoğlu’ndan Melih Altınok’a, Abdulkadir Selvi’den Mustafa Sait Özkan’a kadar gazetecilerin flash disk üzerine yazdıkları ve Fatih Altaylı’nın programında flash disk olayının baş kahramanı Tuncay Özkan’ın söyledikleri, geçmişin karanlığına ışık tutacak bir bilgi deposunun 10 yıldır Tuncay Özkan tarafından kamuoyundan saklanmakta olduğunu ortaya koyuyor. Ancak gündemi işgal etmeyişi de sadece 15 bin subay-astsubayın “fişlenmesinden” ibaret olmadığını düşünmeye kafi.
Son günlerde Enver Altaylı’nın FETÖ şüphelilerinin yurt dışına kaçırılışıyla alakalı bulunarak gözaltına alınması, eski defterlerin yeniden açılması zorunluluğunu bir kere daha gözler önüne serdi. Yeniden açılmalı ve birlikte okunmalı o eski defterlerin hepsi. On yıllık hikayesi olan bu flash diskle beraber okunmalı. Ki ortaya çıksın artık şu “mezara gidecek” olan sırlar. O “tuğla” çekilsin de bir değil bütün duvarlar yıkılsın. Ki bir arınma, iyileşme, güçlenme ihtimali varsa ancak böyle olacak.