Cem Selcen: Toplumda ağırlığı olan bir edebiyat dünyası yok
Cem Selcen'in son romanı 'Keskin Nişancı' Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Selcen'le edebiyat yolculuğunu konuştuk.
Ezgi Gür
DUVAR - Cem Selcen’in yeni romanı 'Keskin Nişancı', bireyin her an yok olabileceği muhtemel bir gelecekte, Türkçe edebiyatta örneğine az rastlanan türde distopik bir evrende geçiyor. Dakika dakika akan incelikli kurgusuyla Keskin Nişancı aynı zamanda umutsuzluğa karşı bir direniş anlatısı olarak da dikkat çekiyor. Kaleme aldığı eserlerindeki felsefi göndermelerle de dikkat çeken Selcen'le edebiyat yolculuğunu konuştuk. Selcen, "Kitapta da dendiği gibi söz yok artık. Ya da gücü alındı ve bir kenarda kitaplar ve kağıtlar üzerinde çırpınıp duruyor" diyor.
Keskin Nişancı distopik bir dünyayı merkezine alıyor. Özellikle son yıllarda dünyada distopik anlatılar öne çıktı. Romanınızı kurgularken bu durum sizi etkiledi mi? Distopik anlatımı niçin tercih ettiniz?
İşler pek iyi gitmiyor da ondan sanırım. Yazar da öteki sanatçılar gibi çağının ruhunu yakalamak ister; diyeceğini oradan der. Siz şimdi camdan dışarı baktığınızda olan bitenden memnun değilseniz ve gidişat da pek iç açıcı değilse yapıtınız için kurduğunuz dünya da muhtemelen çok mutlu olmayacaktır.
Distopya, eleştirmen Ömer Türkeş’in dediği gibi gelecekteki bir dünyayı gösterse de kaynağını bugünden alır, sunduğu sahnede kökleri şimdide olan bazı keskin durumları ve görünüşleri kurumlaştırarak gösterir. Kitaplar yakılıyorsa, bunları "yakmak hayatın normali olsa"yı yazıyor mesela Fahrenheit 451. Ya da "her gün devletçe –ya da birilerince- gözetleniyor olsak ne olurdu"yu yazıyor 1984. 1984’ün öngörüsü bugün gerçek olduğu için tekrar gündemde. Ben de "her gün sokakta birilerinin öldürülüyor olması normal olsaydı"yı yazdım.
Aslında Keskin Nişancı o kadar uzak ve bize yabancı bir gelecekte geçmiyor. Belki hatırlayan vardır, birkaç yıl önce İstiklal’de, bir bomba patladı ve 5 kişi öldü. Daha öncesinde Ankara’da yüzden fazla... Yılbaşında bir eğlence mekanına giren bir tetikçi 39 kişiyi öldürdü, 70 kişiyi yaraladı. Ayrıca 1977 Taksim’inde canlar alınırken, liseli olan bir genç için, canınızın günün herhangi bir anında rastgele alınıvereceği bir toplumu hayal etmek zor değil. Oturdum ve bunu gizlice planlayan bir merkez olsa (elbette yok böyle bir merkez) diye matematiğini kurdum. Tabii üstüne pandemi binince benim distopya biraz geri bile kaldı. Bir arkadaşımın dediği gibi distopya yazarken acele etmeli yoksa zaten oluveriyor.
Sizi suçu merkezine alan anlatılarla tanıyoruz. 12 Eylül’ün karanlık günlerini de anlattınız, bugün içinde yaşadığımız zorba rejimi de… Tarih ve bugün edebiyatınızda nasıl yer alıyor?
Tersten başlayayım. Tarihin hangi elde ne için kullanıldığı ve ne kadar manipüle edildiği önemli. Ben yaşadığım zamanla ilgiliyim öncelikle. Onu düzgün yaşamakla… Zorbalığa gelince o iş karışık ve çok boyutlu. Bütün dünyada bir takım kerameti bağırıp çağırmaktan menkul adamların çıkıp toplumları yönetiyor olması sadece onların becerisi mi?
Mesela moda deyiş gibi, kimse kusura bakmasın ama bilim, merkezi iktidara hizmet eden, onu güçlendiren ve kaynak topladığı ticareti besleyen bir araç olmaktan başka ne oldu ki uzun zamanlardır? Bilimi yedeğine alan iktidar rahatça zorbalaştı ve bilim geliştikçe kişisel alanları her anlamda rahatça kısıtladı. Bir zorba eninde sonunda sistemin yarattığı bir simge kişidir. Sorgulamayı genişletmek gerek. Simge önemsizdir demiyorum o ayrı. İnsanın bu dünyaya atılmasının nedeni de bir suç bildiğimiz gibi. ‘Suç’ iktidarın ürettiği bir kavramdır Adem’den beri. İşimiz o kara billur kötülüğü bulmaktır.
'SÖZ YOK ARTIK...'
İnsanı merkeze alan ve suç kavramını ‘iktidar’ın gözünden okura sunan Keskin Nişancı, aynı zamanda içinde yaşadığımız çağa da bir eleştiri sunuyor. Edebiyatın çağına karşı takındığı eleştirel noktaya dair ne söylemek istersiniz?
Kitapta da dendiği gibi söz yok artık. Ya da gücü alındı ve bir kenarda kitaplar ve kağıtlar üzerinde çırpınıp duruyor. Bize dayatılan bu vakitsiz boşlukta, Marvel evreninden Elon Musk evrenine giden –aslında aynı yerde dönüp duran- yolda nefes alamadan koşturuyoruz.
İnsanların sürüler halinde sevk ve idare edilmesine bayılan iktidara karşı edebiyat bir yol bırakır bize. Çünkü edebiyat yalnızların işidir. Yalnız kalmayı göze alanların işi. Okurken de elbet... Bu yüzden edebiyatçılar daha çok konuşmalı. Toplumda ağırlığı olan bir edebiyat dünyası yok. Olmalı ve toplum da onlara yer açmalı.
Suç edebiyatının olmazsa olmazı merak unsurudur. Sizin romanlarınızda aynı zamanda kurgu da ön planda… Bu iki zorlu damarı canlı tutmanın yolu nedir? Romanlarınızın kurgusunda nelere dikkat ediyor, nelerden kaçınıyorsunuz?
Keskin Nişancı aslında iki kitaptan oluşur. Bir sürü nedenden farklı kitaplardır macera devam etse de. Mesela ilkindeki olayların hızıyla ikinci kitaptaki farklıdır. İlki yaklaşık yarım saat içinde geçer. İkinci 13 gün içinde… Herhalde her yazarın kendine göre okumayı canlı tutma yolu vardır.
Bende bu defalarca baştan yazmak, metni tutanlardan, uzatarak koparan parçalardan kurtulmaya çalışmak, kafanda belirli müzikler ve ritimler yaşamak gibi oluyor.
Bir de görerek yazmayı severim. Olayların geçtiği alanların planlarını çizerim. Yazar ve kısaltırım. Bu kitapta olaylar dakika dakika ve santim santim gerçekleşmek zorundaydı. Kimileri duyguların yaşanmasını yine de hızlı bulmuş olabilir ama işte o da çağ! John Wick serisini seyredenler için çok yavaş tabii...
Keskin Nişancı’da ‘Gelecek bizim!’ diyenlere karşı ‘Gelecek yoktur, Şimdi!’ diyenlerin isyanını okuyoruz. Romanlarınızda felsefeden ciddi anlamda yararlandığınızı biliyoruz. Keskin Nişancı’yı hangi felsefe ve düşünürler etrafında kurdunuz?
Bilindiği gibi, bizim biraz da hastalıklı şekilde geleceği yaşıyor gibi davranmamıza rağmen hayat şu anda yaşanır. Gelecek bir kavramdır. Witgenstein’ın dediği gibi, yarın güneşin doğacağı sadece bir varsayımdır. Elbette gelecek kavram olarak şu anı etkiler ama onun genişleyip bugünü yutmasına izin verirsek hayatımız da kalmaz. Sabredin, acı çekin, gelecekte cennet! “Hayır!.. Gelecek yok! Şimdi!”
Hayat hep garipti benim için. Ve anlamadığım bir saçmalık. Bir yandan da acılara bakınca düzeltmek için uğraşmamız gereken bir yer. Bu da felsefe demek. Doğrudur, kitaplarım felsefeden, müzikten yol arkadaşlarımla doludur. Seneca’dan, Spinoza’ya ya da Kierkegaard’a ve elbette Nietzsche’ye döner döner bakarım. Roger Waters da vardır, burada kitaba atmosferini verdiğini düşündüğüm What a wonderful world’le Armstrong da... Düşündükçe, dinledikçe bir yol belirir insanın içinde. Aslında daha önceden sezdiğiniz bir yoldur o...
Bu kitabı dostum ve hocam Oruç Aruoba’ya adadım biliyorsunuz. Felsefeyi alıntıyla değil de hayatta görmek isterdi. Romanlarsa Kundera’nın dediği gibi felsefeyi tartışmak için belki de en önemli alandır. Yazar onu hayatın üstüne koyar; oturup oturmadığını görür ya da tersi.
Önümüzdeki günlerde okurlarınızı bekleyen yani çalışmalarınız var mı?
Bir süredir tezgahta olan bir hikaye var ama onun dünyaya çıkması zaman alır. Ben roman yazarken bir yandan da şehirler ve kafeler üzerinden denemeler yazdım gezdiğim yerlerde. Viyana, Paris, Berlin kafelerinde yazılan hem oranın geçmişi hem de o anı olan keyifli denemeler. Viyana üzerine olanlar yakında Almanca çeviriyle Viyana’da yayınlanacak. Belki bu gezi deneme kitaplarını yayınlarım sırayla...