Cemaatler için bir mesele olarak Türkiye Cumhuriyeti

Cemaatler vatandaşlık bilinci ve haklarını tanıyıp, herkesin hak ettiğini aldığı bir cumhuriyeti mi kabul etmekte, bir cemaatler cumhuriyeti içinde bürokrasiyi ve ekonomik rantı bölüşmek mi istemekte?

Abone ol

Behlül Özkan*

12 Eylül Darbesi'ne giden süreçte etkili olan dinamiklerden biri cumhurbaşkanlığı seçimiydi. 1980 yılında görev süresi dolan Fahri Korutürk’ün yerine seçilecek cumhurbaşkanının kim olacağı üzerine Meclis’te bir türlü uzlaşma sağlanamadı. Başbakan Demirel ve Adalet Partisi’nin (AP) cumhurbaşkanı adayı 12 Mart döneminin işkenceci generali Faik Türün’dü. Orgeneral rütbesine kadar yükselmiş olan Türün, 1. Ordu Komutanlığı'ndan emekli olmuştu. AP’nin kendisini cumhurbaşkanlığına aday göstermesiyle gazetelerde Nakşibendiliğe intisap ettiğine dair haberler çıktı. Türün’ün bunu yalanlamaması üzerine Hıfzı Veldet Velidedeoğlu 15 Haziran 1980’de Cumhuriyet Gazetesi'nde, “Nakşibendi Cumhuriyeti” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Nakşibendiliğin 1930’larda başının ezildiğini ancak zamanla tekrar güçlendiğini iddia etti: “Bu tarikat yine yaşamış ki, şimdiki Atatürk Ordusunun içinden cumhurbaşkanı adayı bir Orgeneral yetiştirmeği başararak 55 yıl sonra 677 sayılı [Tekkeler ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılması] yasadan öcünü alıyor.” Benzer şekilde Soner Yalçın da bundan yıllar sonra Erbakan üzerine yazdığı kitapta Türün’ün “Türk Silahlı Kuvvetlerine tarikatçılığı sokan ilk generallerden biri” olduğunu ileri sürdü.

ORDU VE NAKŞİBENDİLİK

Laik ve Kemalist kesimin hatırı sayılır bir kesimine göre, Türkiye’de ordu kuruluşundan itibaren laikliğin koruyucusuydu. Dolayısıyla Faik Türün gibi tarikat bağlantısı olan subayların ordu içinde yükselmesini hayretle karşıladılar. Bu kesim için Faik Türün ve tarikat bağlantılı diğer subaylar ancak istisnai bir durum teşkil edebilirdi. Bu algının tam da zıddına, Atatürk döneminde ordunun en tepesinde bulunan Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Nakşibendi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’nin muhibiydi, hem de 1950’de vefat ettiğinde şeyhinin yanına defnedilecek kadar. Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Fevzi Çakmak dışında ordunun üst kademelerinde Nakşibendi şeyhlerine intisaplı çok sayıda subay olduğunu biliyoruz. Öyle ki Işıkçılar Cemaati'nin kurucusu Hüseyin Hilmi Işık, 1929’da askeri okul öğrencisiyken şeyhi Abdülhakim Arvasi’ye bağlandı. 1930’lu yıllarda üzerinde subay üniforması olduğu halde şeyhini İstanbul Fatih’teki Kaşgari Dergâhı'nda ziyaret eden Hüseyin Hilmi Işık, ordu içinde albay rütbesine yükselerek emekli oldu. Işık’ın ordu içindeki tayinleri sırasında Kara Kuvvetleri Personel Daire Başkanı Tümgeneral Hayri Aytepe devreye girmekteydi. Çünkü tıpkı Işık gibi Hayri Paşa da Şeyh Abdülhakim Arvasi’ye intisaplıydı. Benzer şekilde, 1950’li yıllarda, Hava Kuvvetleri'nde Said Nursi’nin yolundan giden çok sayıda Nurcu subay vardı.

Bu örneklerin sayısını misliyle artırmak mümkün. Demek istediğim o ki, Faik Türün bir istisna olmadığı gibi bir asırlık Cumhuriyet döneminde ordu Nakşibendiliğin etkisinden azade değildi. Benzer şekilde diğer devlet kurumlarında da Nakşibendi şeyhlerine bağlı üst düzey bürokratlar vardı. Keza oldukça dindar ve muhafazakâr olan Necmettin Erbakan’ın babası Sabri Efendi de 1930’lu yıllarda Trabzon Ağır Ceza Reisi’ydi.

ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ'NDE NAKŞİBENDİLİK

Yukarıda alıntıladığım yazısında Hıfzı Veldet Velidedeoğlu 1925 yılında tekkelerin kapatılmasını “Türk Devrimi’nin temel yasalarından” olarak değerlendirir. Bu kanun Nakşibendilik dışında tüm tarikatlara darbe vurdu. Ancak Nakşibendilik yeniçeriliğin kaldırılmasından itibaren Osmanlı Devleti ve toplumu içinde ulaştığı güç ve etkiyi Cumhuriyet’in ilanından sonra da korumayı sürdürdü. Hatta 1925 yılında tekkelerin kapatılması neticesinde diğer tarikatlar etkisizleşirken, ortaya çıkan güç boşluğunu dolduran Nakşibendilik, Erken Cumhuriyet Dönemi’nden itibaren peyderpey hegemonik konuma yükseldi. Tekkelerin kapanmasıyla birçok Nakşibendi şeyhi Diyanet tarafından camilere imam olarak atandı.

Bu şekilde bir yandan başında bulundukları cemaati, tekkede değil ama görev yaptıkları camilerde toplayabildiler. Diğer yandan da Diyanet çalışanı olarak devlet memuru statüsü edindiler. Değişen tek şey; cemaatlerin merkezinin, ismi tekke olan bir mekân yerine şeyhin imamı olduğu cami olmasıydı. Bu yüzden Cumhuriyet döneminde öne çıkan Nakşibendi cemaatlerin birçoğu, şeyhlerinin imam olarak atandığı camilerin isimleriyle anılırlar.

CEMAAT LİDERLERİNİN TARİHSEL RUSYA KARŞITLIĞI

Soğuk savaşın başlamasıyla Türkiye, Batı İttifakı’nın en sert antikomünist tutumu benimseyen üyelerinden oldu. Öyle ki Türkiye’de sol görüşlü olduğu için 1940’ların sonunda üniversiteden atılan Niyazi Berkes, akademik hayatına Kanada’da devam edip, sosyoloji alanında yetkin bir bilim insanı oldu. Şedit antikomünizm, cemaatleri ve müesses nizamı birbirine yaklaştırdı. Rus İmparatorluğu’na karşı tarihten miras kalan husumet ve Sovyetler Birliği’yle ortak sınıra sahip olmak, komünizme karşı mücadelenin barutu oldular. Rusofobik duygular hem cemaatlere hem de müesses nizama hâkimdi. Bu yakınlaşmada, ilginç şekilde, dönemin Nakşibendi şeyhlerinin hemen tamamının kişisel yaşamları nedeniyle Rusya karşıtı olmaları etkili olmuştur.

Gümüşhanevi Dergâhı Şeyhi ve Erbakan’ın bağlı olduğu Abdülaziz Bekkine, Rus İmparatorluğu’nda varlıklı bir ailenin ferdiyken, 1917 Devrimi'yle Osmanlı’ya sığınmıştı. İskenderpaşa Cemaati Şeyhi Mahmut Zahid Kotku’nun ailesi Rus İmparatorluğu içindeki Dağıstan’dan göç etmişti. Said Nursi, Birinci Dünya Savaşı’nda Rus Ordusu’nun eline geçti, iki buçuk yıl esaret yaşadı. Abdülhakim Arvasi, Rus Ordusu destekli Ermeni çetelerinin saldırısı nedeniyle memleketi Van’ı terk etmek zorunda kalmış, İstanbul’a çok uzun süren göç sırasında ailesinden çok sayıda insan hayatını kaybetmişti. Bulgaristan’ın Deliorman Bölgesi’nde doğan Süleyman Hilmi Tunahan, uzun yıllar memleketiyle ilişkisini korurken, 1945’te komünist rejimin kurulmasıyla doğduğu topraklarla irtibatını kaybetti. İsmailağa Cemaati'nin kısa zaman önce vefat eden şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun bağlı olduğu şeyhi Ahıskalı Haydar Efendi de Rusya İmparatorluğu sınırları içinde kalan doğduğu topraklardan Anadolu’ya hicret etmişti. Kısaca Cumhuriyet döneminde etkili olan Nakşibendi şeyhlerinin hemen tamamı Rusya’ya karşı olumsuz duygular besliyordu. Dolayısıyla bir yandan Rus İmparatorluğu’nun devamı olarak gördükleri Sovyetler Birliği’ne, diğer yandan komünizme karşı saflarını seçmekte bir an bile tereddüt etmediler.

SOLA KARŞI KUTSAL İTTİFAK

1960’lı yıllarda öğrenci ve işçi hareketlerinin etkisiyle yükselen sol ile mücadelede, Nakşibendi şeyhleri müesses nizamın müttefikleriydiler. 1960’ların ortalarına kadar Osmanlı döneminde medrese kültürü içinde yetişmiş ve yüksek İslami eğitim almış ilim insanları (ulema) Diyanet’te etkiliydi. Ancak yüksek tahsilli bu ilim insanları halka etkili şekilde ulaşamıyor, kullandıkları İslami dil ve söylem komünizmle mücadelede kitleleri harekete geçiremiyordu. Hemen hepsi camilerde görev yapan Nakşibendi şeyhleriyse halkın anlayacağı dilden konuşuyordu. 1965 sonrasında solla mücadelenin yılmaz neferleri olarak hem Diyanet’te ve bürokraside hem de ekonomik alanda Nakşibendi şeyhlerinin ve cemaatlerinin etkisi arttı.

Ancak tam da bu noktada Nakşibendiliği, gizli ajandası olan, homojen, belli bir stratejik hedef doğrultusunda ortak hareket eden bir örgütlenme olarak görmemek gerekir. Nakşibendilik çok sayıda cemaate ayrılmıştır. Bu cemaatler kendi aralarında işbirliği yaptıkları gibi, çoğu zaman çıkar çatışmasına girerek birbirleriyle rekabet ederler. 1970’li yıllarda Süleymancılar AP’yi desteklerken, Nurcuların önemli bir kısmı AP’yi, daha küçük bir kısmı Millî Selamet Partisi’ni (MSP) destekliyordu. Arvasi’ye intisap etmiş Necip Fazıl Kısakürek önce Demirel’i, sonra Erbakan’ı, daha sonra MHP’yi, vefat etmeden hemen önce de 12 Eylül Darbesi'ni destekledi. Erbakan’ın liderliğindeki MSP içinde İskenderpaşa Cemaati ağırlıklı olarak temsil edilirken, 1980’de cemaatin şeyhi Kotku’nun vefatıyla postnişin olan damadı Mahmut Esad Çoşan ile Erbakan ciddi anlaşmazlık yaşadı. Nakşibendiliğin durumunu en iyi anlatan örnek, yukarıda bahsedilen 1980 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri'dir. MSP lideri Erbakan seçimlerde, Velidedeoğlu’nun Nakşibendi olmasından dolayı adaylığını eleştirdiği Faik Türün’e değil de, CHP tarafından aday gösterilen Muhsin Batur’a oy vermişti.

24 Ocak 1980 Kararları'yla serbest piyasa ekonomisine geçilmesi ve ardından gelen 12 Eylül Darbesi'yle tüm öğrenci derneklerinin, işçi sendikalarının, toplumsal ve siyasal muhalefetin üzerinden silindir gibi geçildi. Cemaatler tıpkı 1960’ların ortalarında olduğu gibi, yeni bir rüzgârı arkalarına aldılar. Darbe yönetiminin Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Turgut Özal, İskenderpaşa Cemaati'ne bağlıydı. Özal, 1970’li yıllarda Nurcuların önde gelen isimlerinden ve eski MİT Başkanı Fuat Doğu ile birlikte hareket etmiş Yaşar Tunagür ile ortak şirket kuracak kadar da yakındı. Tunagür 1960’lı yıllarda Fethullah Gülen’in Diyanet içinde hamiliğini yapan kişiydi. Bir diğer Nurcu Salih Özcan, Suudi Arabistan merkezli Rabıta’nın üyesiydi. Özcan 1980’li yıllarda Suudi sermayesinin faizsiz bankacılık adı altında Türkiye’ye girmesine öncülük etti. Kısaca 1980’lerden itibaren cemaatler bir yandan serbest piyasa içinde daha önce görülmedik ölçüde mali ve ticari kaynaklara ulaşıp ekonomik anlamda büyürken, siyasal anlamda da 12 Eylül Darbesi'nin etkisizleştirdiği soldan doğan boşluğu doldurdular. 1980 öncesinde solun güçlü olduğu büyükşehirlerin kenar mahallelerinde 1989 Yerel Seçimleri’nden başlayarak Refah Partisi’nin güçlenmesi ve 1994’te buralara damgasını vurması, 12 Eylül’ün solu ezmesinden dolayı mümkün olabildi. Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanıyken 1998’de Kenan Evren ile Mehmet Ağar’ın oğlunun nikâh töreninde bir araya geldi. Evren’e göre Erdoğan kendisine “Ah paşam ah, sizin zamanınızda ben olacaktım ki belediye başkanı, neler neler yapar, sizin desteğinizle İstanbul'u uçururdum" demişti. Türkiye müesses nizamı sola karşı panzehir olarak gördüğü İslamcılığın ve cemaatlerin çevreye hâkim olabilmesi için gerekli olanakları soğuk savaş şartlarında sağlamıştı.  

BİR MESELE OLARAK CUMHURİYET

Türkiye’de İslamcılık üzerine yazılmış en önemli akademik çalışmalardan birinin müellifi İsmail Kara’nın kitabı için seçtiği başlık anlamlıdır: “Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam.” Gerek İslamcılık içinden gerekse farklı siyasi görüşlere sahip yazarlar; Cumhuriyet’in İslam ve İslamcılığı bir mesele olarak görmesi üzerine benzer minvalde çok sayıda kitap ve makale yayımladı. Ancak eksikliği çekilen ve artık cevabı aranan soru; dini cemaatlerin Cumhuriyet’e nasıl yaklaştığıdır. Tam da bu noktada cemaatlerin Cumhuriyet’i mesele etmeleri anlam kazanır. Yoksa kendilerini ayrıcalıklı bir kesim olarak görüp, bir cemaatler cumhuriyeti içinde bürokrasiyi ve ekonomik rantı kendi aralarında bölüşmek mi istemektedirler? Osmanlı idaresini İslamcılar bir “asrısaadet dönemi” olarak idealize etseler de, özellikle 19. yüzyılda Osmanlı merkezi yönetimi cemaatleri kontrol edebilmek ve bunlar üzerindeki hâkimiyetini kaybetmemek için ciddi çaba sarf etti. Cemaatlerin ve şeyhlerinin etkisini sınırlamak, mürit ve dervişlerini kayıt altına almak, mali kaynaklarını sınırlayabilmek için merkezi idare farklı stratejiler izledi. Hatta 1860’lı yıllarda Meclisi Meşayih (Şeyhler Meclisi) kurularak tarikat ve cemaatler buradan izlenmiş ve denetlenmiştir. Cumhuriyet dönemiyle birlikte bu meclis kapatıldığı gibi tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla cemaatler ortadan kalkmış gibi hareket edildi. Aradan bir asıra yakın geçen zaman sonunda, bugün cemaatler Osmanlı dönemiyle kıyaslandığında hiçbir denetime tabi olmadan hareket ediyorlar. Cemaatlerin büyüklüğü, etkileri, mali kaynakları üzerinde merkezi otoritenin en ufak bir denetimi yok. Zaman zaman bunlarla bağlantılı çıkan sorunlara tepki olarak “tarikatlar kapatılsın” gibi toplumsal ve tarihsel gerçeklikle bağdaşmayan çıkışlar olsa da, bunlar saman alevi gibi parlayıp sönüyor. Cumhuriyet’in ikinci asrına girilirken cemaatlerle ilgili yasal düzenlenmenin mutlaka hazırlanması elzem görünüyor.

*Akademisyen