Cengis Asiltürk: 'Sinemada ekol kurma çabamız var mı?'
Yönetmen Cengis Asiltürk ile ilk filmini, sinema okullarını ve bağımsız sinemayı anlattı. Asiltürk, "Sinema pahalı bir alandır. Bu nedenle kimi filmlerin ekonomik bir değer olarak ortaya çıkması, dolayısıyla izleyiciye ulaşması gerekir. Buna herkes saygı duymalı" dedi.
Öğretim üyesi, yönetmen ve yazar Cengis Asiltürk ile ilk filmini, sinema okullarını ve bağımsız sinemayı konuştuk. Asiltürk, “Sinema bir ayrıntılar sanatıdır. Doğru kurulmuş film, doğru kurulmuş roman salt filmden veya salt romandan ibaret değildir.” diyor.
Çok sayıda kısa film çektiğiniz görülüyor. Kısa film sizin için ne ifade eder?
Çocukluğumdan beri film çekiyorum. Önceleri gerçek bir sahnede filmi canlandırırdık. Yönetmen bendim. Arkadaşlara, vurulunca düşmelerini, ağızlarına doldurduğum şalgam suyunu omuzlarına sızdırmalarını söylerdim. Sakız gibi beyaz gömleklerini mahvettiğim için de anneleri bana kızardı. Sonra okulunu kazanıp okudum. Birinci sınıftan itibaren film çekmeye başladım. İlk kısa filmlerim 1980’lerin sonlarından itibaren dünya ölçeğinde birçok festivalde gösterildi.
Sözü nereye getireceğim?
Birçok kısa film yönetmeniyle birlikte, Ankara Film Festivali dâhilinde bir televizyon programına davet edildik. O yıl dördüncü filmim kabul edilmişti Ankara Film Festivaline. Esrime adlı 22 dk.lik filmim olabilir. Neyse! Sunucu, bizlere kısa filmin ne olduğunu sordu. Hepimiz ortalama bir şeyler söyledik işte. O yıl festivale Optik Düşler adlı olağanüstü bulduğum filmle katılan Ahmet Uluçay, derhal aklıma yazdığım, zira benim kısa film karşısındaki durumumu apaçık eden şu sözü söyledi. “Bu ülkede kısa film, uzun film çekmek isteyip çekemeyen yönetmenlerin çektiği filmlere” denir.
Dosdoğru... Benim durumumu açıklaması bakımından tabi! Uzun film çekebilecek koşullarım olsa sanırım tek kare bile kısa film çekmezdim. Benim on kısa filmimin tamamı, uzun filmin zamansal açıdan kısaltılmış halidir.
Albatrosun Yolculuğu adlı filminiz aklınızda ilk belirdiğinde, senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel, ekonomik kaygılarınız ne oldu?
Çeşitli iletişim ortamlarında, sanki Ölüyaprak Vuruşu adlı bir film çekmişim gibi yer alıyor. Yanlış bilgi. Benim ilk filmim Albatrosun Yolculuğu. Senaryoyu yazarken; başta Salih Bolat olmak üzere, Dostoyevski, Çehov, Camus, Istrati, Marquez, Sait Faik gibi yazarların eserlerinden, kendi hikâye ve şiirsel görsellik üzerine tuttuğum notlardan yararlandım. Bu filmin temel amacı hikâyeyi görsel öncelikli anlatmaktı. Slogan atan sanat yapıtlarını sevmiyorum, öyle filmleri de... Yalnız...
Hayatın tüm sahiciliğini yeniden kurduğunuz bir film evreni, daha çık bir deyimle düş evreni, özel düşünce ve politik çelişkileri ister istemez kendinde taşır. Ekonomik kaygım olmadı bu filme hazırlanırken. Kurduğum şiirsel atmosfer izleyiciye geçsin isterim. Ben, “bir Şey söylemek” istediğim için film çekiyorum, roman yazıyorum. Hikâye anlatmak benim varlık nedenim. Derslerimde de bilgiyi bir hikâye içinden geçirerek anlatırım.
Albatrosun Yolculuğu, durumu ajite etmeyen, her anı titizlikle kurulmuş, son derece insani, ama biraz da iç acıtıcı bir film. Bu filmde mutsuz âşıkların, sahtekârlıkların, kanun kaçaklarının, yaşamın kıyısına tutunmuş kişilerin, yolculuk sevdalısı savruk insanların serüvenleri şiirsel bir sinema dili ve panoramik görüntülerle anlatılmaktadır. Her filmde resim önemlidir, ama bu filmde çok daha önemli. Görünürde (yüzeyde) anlatılan hikâyenin altında (derin-yapıda) toplumun şairlere zalim ve paranoyak bakışı sorgulanmakta.
Sinema ile birçok sanat arasında ilişki kuruldu, bu konuda değerli çalışmalar ortaya çıktı. Tamam, neredeyse her sanat ile sinema arasında eğreti de olsa bu ilişki kurulabilir. Sinemanın şiir ve romanla bağları öteki sanatlarla kıyaslanmayacak kadar güçlü. Sinema, biçimsel düzlemde şiirle neredeyse aynı yolu izler; öyküsel düzlemde ise romanla ilişkisi sıkıdır. Hatta ondan bağımsız olamazmış gibi görünür. Edebiyat uyarlaması zordur, ancak estetik ya da atmosfer açısından avantajları da azımsanamaz bunun. Bu nedenle roman-film benim için önemli. Salt senaryo kuru kalıyor, ne yaparsanız yapınız. Roman yazılan kalem ile film çekilen kameranın yakınlığı da biliniyor.
Yüksek Lisans ve Doktora tezimi sinema dili üzerine hazırlarken de, Ömer Kavur, Tülay Eratalay, Cafer Özgül gibi önemsediğim yönetmenlere yardımcılık ederken de, kendi filmlerimi (TRT için ya da başka kurumlar için) çekerken de, sinemanın bu özgün anlatım dilinin ileriye götürülebilir olduğu gerçeğiyle yüz yüze geldim. Özel filmler yapabileceğim inancını bende bu süreç oluşturdu. 1991-2007 yılları arasında çektiğim kısa filmler ve TRT için çektiğim uzunlu-kısalı televizyon filmleri de, bu arzumu pekiştirdi.
Roman yazılacaksa onun roman diliyle, şiir yazılacaksa onun şiir diliyle, öykü yazılacaksa onun öykü diliyle yazılmasının; resmin, resim diliyle yapılmasının gerekli olması gibi, filmler de öncelikle sinema diliyle kurulmalıydı. Bu nedenle, yönetmenlerin bir tek çekimin dahi hesabını vermesi gerektiğine inandım. Bu hem etik açıdan, hem görüntüyle bir hikâyeyi yaşatma açısından böyle olmalıydı. Sinema, öyküyü izleyiciye sinemanın diliyle yaşatmalıydı; çünkü sinema görüntüyle hikâye anlatma, dahası görüntüyle hikâyeyi yaşatma sanatıydı. Albatrosun Yolculuğu filmi bu bilinçle yazılmış ve yapılmıştır.
Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Türkiye Sineması, Anadolu Sineması vs. Ulusal veya bölgesel sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu? Türkiye Sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?
Ulusal sinema, milli sinema ya da Türk sineması ekolü kurmaya yönelik bir çabamız var mı? Bana kalırsa, burada herkes kendi anlayışı doğrultusunda film çekme kaygısı içinde. Ben farklı mıyım? Hayır. Büyülü gerçekçilik biçemi benim yolculuğum; romanlarım da böyle, filmlerim de böyle, kısa filmlerim de öyle... İnsanlığı kurtarabilecek, ileriye taşıyabilecek yegâne varlık kurmacalar evreni. Suç ve Ceza romanını okumadan hukuk adamı olunabilir mi? Olunursa, ne kadar sahici olunabilir? Birçok yönetmen, sinema dilini bilmeden film çekiyor. Şaşırtıcı tabii...
Sanattan kopuk bir toplum varsıl olabilir, ama gelişmiş olabilir mi? Bir ülkenin, toplumun, kentin, ailenin gelişmişliğinden söz edilirken, insanlık tarihi boyunca hep açık ya da örtülü, aslında bireyin incelmesine vurgu yapılmıştır. Bireyin incelmesi az önce söylediğim gibi doğrudan sanatla ve özellikle de kurmacalarla ilişkili... Onun kılık kıyafetine gösterdiği özen, çevresini düzenlemesi, nesne seçimi, yeme-içme tarzı, estetik beğeni düzeyi, davranışları, duyarlık alanı, tercihleri, düşün dünyası, hayalleri, dünya görüşü doğrudan sanatla kurduğu bağın sonucudur. Her film, öyle ya da böyle bir dünya görüşü ölçüsünde ortaya çıkar. Kendi siyasallığını içinde taşır...
Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?
Yeni yayımlanan, 1984’ten beri yazmakta olduğum Ölüyaprak Vuruşu - Eski Sevgili adlı romanımı filme almak için çabalıyorum bir on yıldır. Raşit Görgülü ile yola çıktık. Ben anlamam dağıtımdan, finanstan, para pul işinden. Raşit ile ara sıra buluşup bakıyoruz, nasıl bir yol izlerim diye? Dağıtım işini çok iyi bilen, ülkenin bu alanda parlayan yıldızı olacak kendisi, bana sorarsanız.
Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizin, senaryolarını kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu?
Festival filmi? Gişe filmi? Sanat filmi? Bu tür ayrımlara, böylesi kavramlara nasıl yaklaşacağımı bilmiyorum. Hayatım boyunca iyi filmler ve iyi kurulamamış filmler gördüm; ayrımı böyle koymak istiyorum... Bir film çok sayıda kişi tarafından izlendiği için kötü film olamayacağı gibi, az sayıda kişi tarafından beğenildiği ya da çoğu kişi tarafından anlaşılmadığı için de sanat filmi, nitelikli film olamaz! Once Upon A Time in America (Bir Zamanlar Amerika), Before The Rain (Yağmurdan Önce) çok sayıda insan tarafından izlendi, beğenildi.
Bunlar hem gişe filmidir, hem sanat filmidir, hem de festival filmidir. Önemli olan anlayarak bakmak... Şu an, gişe filmi ve festival filmi denilerek ortaya nasıl bir fark konulmak istendiğini anlamamış da olabilirim(!).
Başarılı bir film, benim için sanat yapıtıdır. İzleyiciyle nerede hangi koşullarda buluştuğunun bir önemi yok. Albatrosun Yolculuğu hangi kategoriye girer? Hayatla, kendinizle, dünyayla, gaiple derdiniz yoksa film çekmeyin! Başka işler de var hayatta. Bir şey “söyleme” arzusu duymalısınız; müzik yapma, şiir yazma, roman yaratma, resim yapma arzusu gibi, önüne geçilemez bir arzu. Ben, bir şey söylemek istediğim için film çekiyorum. Albatrosun Yolculuğu da bu nedenle çekildi. Her yaştan, her eğitim düzeyinden insan izledi filmimi, anlamayan bir kişiye bile rastlamadım, ama bu filmin sanatsal yönden çok katmanlı ve güçlü bir film olduğunu da biliyorum.
Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?
“Bağımsız sinema” denilen şu film üretme biçiminin, genç yönetmenlerin son derece mahcup bir vaziyette sektöre eklemlenme öncesi evresi olduğunu gözlemek zor değil. Dolayısıyla bütçelerine göre film projesi geliştirip onu filme alıyorlar. Herkesin arzusudur sektöre eklemlenip, daha uygun koşullarda film çekmek, filminin iş yapması, bu işten hem hayatını hem de bir saygınlık kazanmak. Sistem ya da sektör tarafından kabul gördüğü halde onun dışında kalmayı hedef edinmiş yönetmen var mı?
Öyle biri yok. Hollywood’da var mı, yok! Quantin Tarantinolar, David Linchler, Alejandro Gonzales Inarritular... Tutulan yol farklı olabilir, ama hepsinin amacı, orada da burada da “piyasa” denilen oluşumun içinde kabul görmek. Kolay mı oraya girmek, hayır! Birçok belirleyeni olan bir oluşum; kabul etmeyecekler, reddedecekler, paylaşmaya yanaşmayacaklar, görmezden gelecekler, engelleyecekler filan. Piyasaya tutunabilenler tutunacak, tutunamayanlar yok olacak.
Sinema pahalı bir alandır. Bu nedenle kimi filmlerin ekonomik bir değer olarak ortaya çıkması, dolayısıyla izleyiciye ulaşması gerekir. Buna herkes saygı duymalı. Çorap, tuğla ya da benzeri bir eşya üretip satmakla film üretip satmak arasında fark görmüyorum. Endüstri filmlerinde her kültür düzeyinden insanın anlayacağı ve içinde yaşatabileceği bir hikâye çizgisi oluşturulmaya çabalanır. Senaryo yazılırken, öyküsel düzlemde izlenmesi ve anlaşılması kolay bir örgü oluşturmaya özellikle dikkat edilir.
Kimi filmlerin “sanat filmi” adı altında bilinçsizce küçümsendiği veya bilinçsizce yüceltildiği bir gerçek... Bu filmlerde herkesin keyifle izleyeceği bir öykü üstte akıp giderken, alt-metinde estetik bir değer, farklı bir anlatım gerçekleştirilmesi amaç edinilebilir. Her kesimden izleyicinin kayıtsız kalamayacağı film evreni kurmak bana hep mümkün görünmüştür.
Dmytryk’in sözünü anımsıyorum: “Otuz yıllık sinemacıyım; bir hikâye iyi anlatıldığında anlamayan izleyiciye hiç tanık olmadım.” Bilindiği gibi, film-yapı her şeyden önce zihinsel süreçtir. Onun kendine özgü kuruluşu vardır. Dil iyi kurulduğunda, iyi bir senaryonun iyi bir film olmaması için hiçbir engel yoktur.
Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir? Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?
Yönetmenlerden ziyade ben her filmden etkilenirim. Her film benim için yeni bir düş dünyasıdır. Akira Kurosawa, Andrey Tarkovski, Ömer Kavur, özellikle de Theo Angelopoulos beni sarsmıştır. Bir de Before The Rain filmiyle Milcho Manchevski... Benim için Angelopoulos bugüne dek hiçbir yönetmenin ulaşamadığı bir reji yeteneğine sahip bir yönetmendir. Onun Le Regard d’Ulysse filmi, Manchevski’nin Before The Rain filmi ve Sergio Leone’nin Once Upon Time in America filmiyle birlikte en fazla sevdiğim filmlerden biridir. Elbette, senaryosunu romanımdan uyarladığım Ölüyaprak Vuruşu’nun tümünü çekmek istiyorum en fazla.
Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?
Beykent Üniversitesi GSF Sinema-Televizyon Bölümünde vermekte olduğumuz sinema eğitim ve öğretimi yeterlidir. Bizler sinemanın her koluna insan hazırlıyoruz. Sinema konusunda her ayrıntı onlara aktarılıyor.
Sinema bir ayrıntılar sanatıdır. Doğru kurulmuş film, doğru kurulmuş roman salt filmden veya salt romandan ibaret değildir. Onlar hayatın tüm kurallarıyla örüldüğü için, hayatın tüm görüngülerini kendi içlerinde gösterir. Görüşümüzü film üzerinden ilerletirsek; hayatın tüm görüngülerini kendi içinde gösteren film, bazen bunu gizleyerek (izleyicinin imgesel yolla kendi zihninde kurmasına yol açarak) yapar. Yönetmenin “doğru” bir film kurabilmesi için, tüm egolarından arınmış olarak (burası karışık biraz; belki tam tersine tüm egolarıyla işe kalkışarak) ortaya çıkması, yani hikâyeyi, duyguyu, atmosferi, oyuncuyu, dolayısıyla filmi layığınca yönetmesi gerekir.
Bu yönetmenlik, bir sistemi çalıştırabilme becerisini, kolektif bilinci, kolektif çalışabilme esnekliğini gerektirir; uzun vadeli düşünmeyi zorunlu kılar. Bu tarzla çalışma, son kertede kolektif çalışma becerisini bir yana bıraktırır, yönetmeni yalnızlaştırır. Paylaşılamaz ve sorgulanamaz olan, bu yalnızlıktır. Yönetmenin ödün vermemesi gereken bu prensip olmalıdır. Zira yönetmenliğin sorgulanacağı tek mecra, onun filmde gözlenebilecek yaratıcılığıdır.
Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?
Yapımcı, bende saygı uyandırmalı. Her şeyden önce ve her açıdan gelişmiş insan olmalı. Giyimine, yeme-içme, iş idaresi, bütçe trafiği, insan ilişkileri gibi konularda saygın olmalı.
Yapımcı set öncesi süreçte bütçeyi bulan kişidir. Onun paraları olmalıdır. Çekimler başladığında, yardımcıları aracılığıyla işleyişi titizlikle takip etmelidir. O patrondur. Yapılan işin esas sahibidir. Set süreci bittiğinde yine aynı titizlikle kurgu, tanıtım, gösterim süreçlerini organize eder. Yurtdışı-yurtiçi yazışmalarını ve bağlantılarını ayarlar.
Yönetmen-yapımcı ilişkisi, karşılıklı anlayış ve saygıya dayalıdır. Bu ilişkide saygıdan asla ödün verilmemesi gerekir. Yönetmen, patronun yatırımcı olduğunu, para kazanma arzusu taşıdığını, asla unutmamalı, onun arzuladığı amaçlara hizmet edecek bir film çıkartmalıdır. Kendi sanatsal kaygı ve istekleri bu süreçte önemli değildir. Yapımcının parasıyla “deneysel çalışma” yapılamaz. Böyle arzular taşıyan yönetmen; yatırımcı kendisiyse istediği gibi deneysel çalışmalar yapabilir.