Bay Cengiz, bir sabah uyandığında kendini Avrupa Birliği (AB) yasalarına tabi halde buldu. Fiyat rekabeti yapmak, iş kanununa uymak, çevreyi dikkate almak zorundaydı. Oysa Türkiye’de ne rahattı; ihale öncesi millete küfür edecek kadar kendini özgür hissediyordu…
Geçen hafta Cengiz İnşaat’ın Slovenya’da, Avusturya’ya açılacak Karavanke tüneli için sözleşme imzaladığı duyuruldu. “Alplere Cengiz imzası” olarak verilen haberlerde, bunun Türk müteahhitleri için büyük başarı olduğu yazıldı.
Her yerde kamu ihale yasaları ile dev altyapı projeleri inşa ediliyor. Ve her yerde kamu kaynaklarının kullanımı tartışma konusu. Özel şirketlere sermaye transferi, yolsuzluklar, usulsüzlükler Slovenya’da da önemli gündemler arasında. İşin bu yönünü şimdilik bir tarafa bırakalım. Cengiz İnşaat’ın aldığı ihalenin süreci, bize başka şeyler de anlatıyor çünkü. Şeklen dahi olsa bir hukukun işlemesiyle, hukuksuzluğun hakim kılınması arasındaki farka işaret ediyor.
Az çok basın özgürlüğünün olmasının, ihale denetim komisyonunu parlamentonun seçmesinin, yolsuzluklara karşı tepkinin yarattığı duyarlılığın, kamuoyunu bilgilendirmenin başka alanlardaki hakları nasıl etkilediğini görüyoruz, bu örnekte. En azından Cengiz İnşaat’ın onlarca işçinin ölümüne neden olduğunu yazan Slovenyalı gazetecilere dava açılmıyor.
Gelin yazının girişinde Kafka’nın popüler öyküsü Dönüşüm’e atıfla betimlenen Cengiz İnşaat’ın Meriç nehrinin iki yakasında sergilediği iki farklı tutumu bir inceleyelim. Sermayenin hukukla kurduğu mecburi ilişki ile hukuksuzlukla kurduğu gönüllü ilişki nasıl farklı sonuçlar doğuruyor bakalım.
***
Cengiz İnşaat’ın, Karavanke tüneli ihalesine girmesi, Slovenya medyasının iki yıldır önemli haberlerindendi. 2018’in Mart ayındaki ilk ihalede Cengiz 90 milyon Euro ile en düşük teklifi verdi. Ancak itirazlar üzerine ihale iptal edildi. 2019’daki ikinci ihalede de Cengiz önce 100 milyon Euro, ardından 98 milyon Euro ile yine en düşük teklifi sundu. En yakın rakibinin teklifi 110 milyon Euro’ydu. İhale Cengiz’e kaldı.
Türkiye’de ihale kanununda doğal afet, deprem vb. durumunda başvurulması gereken 21/b maddesi sayesinde milyar liralık ihalelere davet edilen biri için, hayli yıpratıcı bir rekabetti. Zaten Cengiz İnşaat Yurt Dışı Projeler Koordinatörü Utku Gök de, verdikleri fiyatla diğer firmaların rekabet etmesinin mümkün olmadığını söylüyordu ve ekliyordu: “Aslında bu ölçekte işlere girmiyoruz. Ancak ihale AB pazarı için referans olacaktır.” Gazeteler işin tahminlerden neredeyse 20 milyon Euro ucuza yapılacağını yazdı.
İhaleyi düzenleyen karayollarından sorumlu devlet kurumu DARS ise Cengiz İnşaat’ın AKP ile ilişkilerinden dolayı oluşan kamuoyu hassasiyeti karşısında bilgilendirme gereği duydu. Sözleşmenin ana şartları açıklandı, bankadan teminat istendi. Türkiye’de elini uzattığı anda kamu bankalarının kredi musluğu açılan Cengiz, Slovenya’nın en büyük özel bankasından teminatı buldu.
İhale masasındaki titizlik, her konuda sürdürüldü. Cengiz’in yetkilisi, tünelin yapılacağı alanın etrafında kayak merkezleri bulunduğundan kışın çalışmayacaklarını anlattı. Türkiye’de dinamitle orayı burayı uçuran, hafriyat kamyonlarını ortalığa salan şirket, doğru zamanda, uygun teknolojiyi kullanacaktı. Hatta tünelin geçeceği dağda su kaynakları bulunduğu, şirketin bunu saptayıp, çelik borularla yakındaki bir kente içme suyu olarak taşınacağı açıklandı. Bu amme hizmeti de hoş bir jestti.
Keşke 2014 yılında, davet usulü 213.2 milyon liraya ihalesini aldığı Ilgaz Tüneli’nde de aynı duyarlılığı gösterseydi. Tüneli yaparken üzerindeki Ilgaz Dağı Milli Parkı’na devasa villa kondurmasaydı. O villayı yapan dünyanın önemli SİT alanlarından Cerrattepe’yi çürüten Cengiz’in diğer şirketi Eti Bakır olmasaydı. Şirket bu doğa cinayetini, “bölgenin turizm yatırım belgesi var, biz de turizm yatırımı yaptık” diye savunmasaydı.
Ne var ki Türkiye’de her şeyi inşaata kurban etmeyi göze almış bir iktidar hüküm sürüyor. Böyle olmasaydı, havalimanı için “ÇED gerekli değildir” kararları alarak Kuzey Ormanları taş ocaklarıyla doldurulur muydu?
Havalimanı demişken, aşağıdaki bilgileri de ortağı olduğu İstanbul Havalimanı’nda çalışan işçilerin başına gelenleri hatırlayarak okuyalım.
Slovenya basınında 6 Mart 2020 günü çıkan haberde, tünel inşaatı için kurulacak şantiye anlatılıyordu. Habere göre Cengiz, şantiye alanı için, su ihtiyacını karşılamayı taahhüt ettiği Jesenice Belediyesi’nden büyük bir araziyi 2022 yılına kadar kiraladı. Belediye yetkilileri şirketin her konuda bilgi verdiğini, diyaloğa açık ve şeffaf olduğunu söylüyorlardı. Türkiye’de kamu arazilerini bile bedavaya kapatan bir şirket için alışılmadık tavırlardı bunlar.
Peki işçilerin koşulları nasıldı?
Bir Slovenya televizyonu, Cengiz’in daha önce otoyol inşaatı için kurduğu Bosna’nın Zenica kentindeki şantiyesini gezdi. Gazetecilerin izlenimleri şöyleydi: “İşçiler altı yataklı, ortak banyolu, temiz barakalarda kalıyorlar. Günde üç öğün sıcak yemek hazırlanıyor ve ortak bir yemekhanede sunuluyor. Üç ay çalışan işçi, 10 gün izin kullanabiliyor. Haftalık çalışma süresi ise 40 saat.” Bunun aynısının Slovenya’da da kurulacağı ifade edildi.
Cengiz’in AB standardı böyle. Ya İstanbul Havalimanı şantiyesi?
2018 yılında en az 37 kişinin iş cinayetinde yaşamını yitirdiği havalimanında işçiler koşulları protesto etti. Bu olayla beraber iş sağlığı ve güvenliği tedbirinin alınmadığı; işçilerin gece gündüz çalıştırıldığı; yaşamını yitiren göçmen işçilerin kayıt bile edilmediği; pis, sağlıksız yataklarda uyunduğu; yemeklerin kurtlandığı ortaya çıktı. Buna isyan eden işçiler jandarma ve şirket görevlileri tarafından darp edilerek gözaltına alındı, bazıları tutuklandı. Bu da Türkiye standardı işte.
Son olarak Cengiz’in, AB’ye ayak basınca üslubunu da değiştirdiğini ekleyelim. Mehmet Cengiz, 2013 yılında sızan bir telefon konuşmasında “milletin a… koyacağız” demişti. Daha sonra bu sözleri rakipleri için kullandığını savunmuştu. Slovenya ihalesini aldıktan sonra açıklama yapan şirket yetkilisi, tünelin öte tarafını kazan Avusturyalı şirketten geride olmalarına rağmen işi önce bitireceklerini söylüyordu: “Elimizde çiçeklerle bekleyeceğiz.”
***
Cengiz İnşaat, AKP döneminin prizması gibidir. Aldığı herhangi bir ihaleye baktığımızda çıkar ağlarının bütün unsurları ayrışır. Ama orada sadece iktidarla sermaye grupları arasındaki çıplak ilişkiyi görmeyiz, aynı zamanda o ilişkileri düzenleyen hukuki normların toplumsal yaşamın standardını da nasıl belirlediğini anlarız.
Nitekim her bir şantiye ‘inşaat mahalli’ olmaktan çıkıp, çevre ve kent hakkının ilgasının; ucuz emek sömürüsünün; basın özgürlüğünün kısıtlanmasının; kamu kaynağını usulsüzce kullanmanın ‘meşru’ dayanağı haline geliyor. Atılan her temel, birkaç yasayı çiğnemeden, birkaç hakkı gasp etmeden yükselmiyor.
Tam da bu nedenle kamu ihale düzeni hak ve özgürlüklere karşı hücumun başlatıldığı ilk cephelerdendir. Siyasetin ‘öngörülemezliği’, bir şantiyede yaratılan ‘belirsizlik’le başlıyor…