Birinci Dünya Savaşı’na daha 18 yaşındayken katılmış, çeşitli yaralar almış Erich Maria Remarque’in 'Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok' isimli romanı, modern zamanlarda savaşın insan doğasında yarattığı tahribatı anlatan en büyük eserlerden birisi. Belki hâlâ en iyisi. Yalnızca tarihin o güne kadar gördüğü en büyük vahşetin yaşandığı birinci büyük savaşı değil, daha sonra yapılan savaşlardaki yıkımları anlatan eserlere de ilham kaynağı oldu. Hem edebiyatta hem de sinemada. Kitap, Nazi iktidarı döneminde yakılan eserler arasındaydı, yazarı Almanya’dan kaçmak zorunda kaldı.
'Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok', yayınlandığı 1929 yılında onlarca dile çevrilmişti bile. Hemen ertesi yıl, Hollywood filmin haklarını satın aldı ve ilk film geldi. Lewis Milestone’un yönettiği yapım, film ve yönetmen Oscar’ını kazandı. Bu kadar görkemli yeni bir uyarlama için ise yaklaşık elli yıl geçmesi gerekecekti. Delbert Mann tarafından yapılan 1979’daki bu uyarlama, televizyon için çekilen bir İngiliz-Amerikan iş birliğiydi. Her iki film de, görkemli çatışma sahneleriyle akıllara kazınmıştı. Ama bu filmler yalnızca savaşın fiziki dehşetini göstermekle kalmıyor, ruhlarda yaptığı tahribatı da açığa çıkarıyordu.
'Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok', öğretmenlerinin gazıyla orduya katılan bir grup gencin hikâyesini anlatır. Derste sürekli “vatan, millet” edebiyatı yapan öğretmenlerinden çok etkilenen bir grup Alman genç, yarım yamalak eğitimli Fransa cephesine gönderilir. Tarihe ‘siper savaşları’ olarak geçen ve dört yıl boyunca ancak 200-300 metre toprağın el değiştirdiği kanlı bir cephedir burası. Hikâyenin anlatıcısı ise on dokuz yaşındaki Paul Baumer adlı bir gençtir. Ailesinin karşı koymasına rağmen orduya yazılan ve savaşa katılan Paul, dehşeti yaşadıkça büyük bir değişim geçirir. Yalnızca bedenlerin değil, ruhların da birer birer öldüğünü aktarır okura.
Kitabın yeni ve görkemli bir uyarlaması da Netflix tarafından Almanca olarak gerçekleştirildi. Kısa süre önce platformda yayınlanmaya başlayan film, savaşın dehşet döngüsünü yaratmakta hayli mahir. “Jack” filmiyle dikkatleri çektikten sonra "Deutschland 83", "The Terror" gibi önemli dizilerde yönetmen koltuğuna oturan Edward Berger’e emanet edilmiş bu kez kitap.
Berger’in Lesley Paterson ve Ian Stokell ile birlikte kaleme aldığı senaryo, kendisinden öncekilerden hayli farklı açıkçası. Bu senaryo, hem kitabın hem de diğer uyarlamaların aksine “sivil” hayata hiç alan açmıyor. Üniformalı ve resmi bir dünyanın içinden bakıyor yaşananlara. Bu durum, görsel dünya ve savaşın atmosferini inşa etmekte yönetmene hayli kolaylıklar sağlamış belli. Ancak, savaşın tahribatını anlatmakta ise engel teşkil ediyor.
Roman ve diğer uyarlamalarda Paul ve arkadaşlarının öğretmenleri tarafından gaza getirilmeleri, dönemin Almanya’sının genel ruh hali, ailelerin yaşananlar karşısındaki düşünceleri de yer alır. Hatta işin içine eşler, sevgililer, arkadaşlar, kardeşler, anneler girer. Burada açılıştaki o pırıl pırıl an dışında sivil bir alan inşa edilmiyor hiç. Tek sivil anda da gençlerimiz askere yazılmaya gidiyorlar zaten. Oysa orijinal hikâyede savaş sırasında (bir grup Fransız genç kadınla geçirilen zaman) sivil dünya ile temaslar kurulur. Paul, bir süreliğine eve döner hatta. Ama annesinin bütün ısrarlarına rağmen yeniden cepheye döner. Zaten kitabın daha sonra birçok yapıta (özellikle de ABD’nin Vietnam ve Irak savaşlarına anlatan) esin kaynağı olacak özelliklerinden biri de budur. Yani sivil hayatta huzuru ve barışı bulamayıp yeniden savaşa dönme ruh hali.
Edward Berger ve yaratıcı ekibin bu tercihi, dönemin dijital olanaklarının da yardımıyla seyirci üzerinde dehşet hissi uyandırmak olmuş sanki. Film, sert ve kan donduran çatışma sahneleri içeriyor. Özellikle de finale doğru Paul’un peşi sıra giden kamera ile ‘insanlıktan çıkma’ hallerini ve savaşın doğrudan yıkımı gösteriyor. Hatta diğer iki uyarlamada ve romanda oldukça insani bir hissin peşine takılarak yapılan final, burada oldukça şiddetli kuruluyor. Buna bir de diğer uyarlamalarda olmayan, barış görüşmeleri eşlik ediyor. Almanya ile Fransa arasındaki görüşmelerin de ‘sivil’ olduğunu söylemek zor. Belli ki, bu barış görüşmelerine bu kadar önem verilmesi, anlaşmanın Nazi iktidarına ve İkinci Dünya Savaşı’na giden kapıları açık bıraktığına vurgu yapmak için.
Bu yeni yorumun savaşın şiddetinin görkemine kendisini fazla kaptırdığını, görsel olanakların hazzıyla meselenin ve kitabın özünü atladığını düşünüyorum. 'Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok', cepheyi gerçekten cephede kuran bir kitap değil çünkü. Savaş halinin toplum içinde yarattığı etkiyi, histerik halleri ve bunun yıkıcı sonuçları üzerine daha çok. Oysa bu yorum, savaşın bizzat çatışma ve ölümle ilgili kısmıyla ilgileniyor. Yani daha çok görünen yüzüyle. Savaşın içinden sivil (savaşanların sivil yönü de dahil) dünyayı çıkarırsanız, geriye birbirini boğazlayan adamlardan başka bir şey kalmaz. Ama maalesef cephede olan, cephede kalmıyor. Cephe sivil dünyadaki evlerden, sokaklardan, mahallelerden başlayarak kuruluyor. Film, bize her şey olup bittikten sonraki vahşeti gösteriyor sadece. Oysa savaşta kurban olanların hükmü, çok daha öncesinde veriliyor.