Geçtiğimiz haftalarda Suriye’de baş döndürücü gelişmeler yaşandı. Suriye savaşının farklı cephelerine verdikleri dış destekle savaşın uzamasına, tarafların güçlenerek savaşı bitirecek nihai zafere bir türlü ulaşamamasına önemli katkıları olan Rusya, İran ve Türkiye bir araya geldi. Türkiye neredeyse beş yıllık savaşta her daim tekrarladığı Esed’siz bir Suriye koşulunu, geçiş döneminde Esad’a müsamaha gösterilebilire çevirdi.
Daha da önemlisi 24 Ağustos itibarıyla TSK, IŞİD’in önemli mevzilerinden Cerablus’a Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda tanınan meşru müdafaa hakkını kullandığını söyleyerek doğrudan müdahale etti. Aynı gün ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden Türkiye’yi ziyaret etmekteydi.
Binali Yıldırım daha haftalar öncesinden bu yeni durumu Türkiye’nin Suriye politikasında sürprizler olabilir diye duyuruyordu. Esad’ın isminin telaffuzunun bir kez daha değiştiği, sürprizlerle dolu Suriye politikası çerçevesinde Türkiye, özellikle 24 Kasım 2015’te Rus uçağını düşürmesinden sonra giderek dışlandığı savaşa bir aktör olarak geri döndü. Bu yeni durum sadece Türkiye’yle sınırlı değil, Suriye savaşında yeni bir uzlaşının işareti olduğu kadar, bölgesel Kürt siyasetinde de ciddi bir dönüşüm anlamına geliyor.
ETNİSİTE Mİ MEZHEP Mİ?
Suriye savaşını belirleyen iki temel fay hattı var: Sünni-Şii çatışması üzerinden dinsel/mezhepsel çatışma ve Kürt-Arap çatışması üzerinden etnik çatışma. Elbette makro düzeydeki bu ihtilafların altında onlarca farklı yerel ihtilaf ve örgüt çıkarı da var; ama bu iki çatışma hattı bölgesel/küresel güçlerin savaşa yönelik müdahalesini karmaşıklaştıran ve savaşı uzatan temel faktörlerden biri.
Türkiye ve sınır komşuları Suriye, Irak İran modern ulus-devletler olarak kurulduklarından beri bünyelerinde hem mezhepsel hem de etnik gerilim barındırdılar. Dört devletin kendi iç toplumsal ihtilaflarıyla baş etme yöntemleri iç siyasal gelişmelerle yakından alakalı olduğu gibi, bölgesel gelişmeler ve bölge devletleriyle kurdukları karşılıklı ilişkilerle de doğrudan bağlantılıydı. Dört devlet için de en önemli ontolojik güvenlik sorunu toprak bütünlüğüydü. Toprak bütünlüğüne yönelik en önemli tehdit ise Kürtler olarak görülüyordu.
DEVLETE HAVALE ETMEK
Bu dört devletin her birinde Kürtlerin bir siyasi varlık olarak boy göstermesi farklı dönemlere denk gelse de, 90’lı yıllarda bu dört devletin hepsinde Kürtler siyasi taleplerini ifade ediyorlardı. Dört devletin de güçlü baskıcı mekanizmalara sahip olduğu bu dönemde Kürtlerin sorunları her devletin Kürd’ünü yine o devlete havale ederek çözülmeye çalışıldı. Bir diğer deyişle Kürt sorunu temelde bir iç siyasal sorun olarak görüldü ve ulusal sınırların içinde şiddet yoluyla bastırıldı.
Ama bu baskıcı yöntemlerin (ve dönemin şiddetinin) gelecek yıllara bıraktığı temel miras bastırılmak istenen Kürt bölgesel kimliğinin güçlenmesi olacaktı. Bu baskıcı şiddet siyaseti ciddi bir Kürt göçüne yol açtı. Kürtler hem bölgede başka devletlere hem de bütün bölge devletlerinden Avrupa’ya göç ettiler. Bu göç modern devlet ile bağları (sınır illeri hariç) büyük oranda kopan Iraklı Kürtleri Türkiyeli Kürtlerle, İranlı Kürtleri Suriyeli Kürtlerle tanıştırdı. Şiddet yoluyla akışkan bir hal alan kimlikler katılaştı.
Bu dönemin bir başka önemli özelliği devletler arası rekabetti. Bağımsız ve birleşik bir Kürt siyasi hattının oluşmasına engel olmak için her devlet kendi Kürt’üne karşı baskıcı ama öteki ülkenin Kürtlerine karşı destekleyici bir pozisyon aldı. Örneğin Esad, Suriye’deki Kürt siyasal muhalefetini bastırmak için, Türkiye’yle ilişkilerini savaş noktasına getirmek pahasına, sınırlarını PKK’ya açtı. Bu da beklenmedik bir sonuç yaratarak Kürt hareketini güçlendirdi, bölgeselleşme dinamiğini hali hazırda sonuçlarıyla yüzleştiğimiz bir biçimde hızlandırdı.
BÖLGESEL İŞBİRLİĞİ
“Her devletin kendi Kürt sorununu idaresi” stratejisi ABD’nin Irak’ı işgali ile çöktü. Irak’ta merkezî devlet Kürtler üzerindeki kontrolünü tamamen kaybetti. Irak Kürt hareketi özerkleşti, bağımsızlaştı. Üstelik Kürt hareketi giderek kendi arasındaki diyaloğu ve işbirliğini (tüm rekabete rağmen) arttırıyor, bölgeselleşiyordu. Bölge devletlerinden geriye kalanların bu gelişmelere verdiği yanıt, güçlü bir bölgesel işbirliği mekanizması kurma çabası oldu.
Bu dönemde Türkiye’nin Suriye ve İran’la yaptığı ikili antlaşmalar tam da bu bölgesel işbirliği mekanizmasının inşasına yönelikti. Suriye, Türkiye ve İran, Nisan 2003’te üçlü bir anlaşma imzaladı. Anlaşmanın en dikkat çeken maddesi, bu üç devletin hemen her koşulda bağımsız bir Kürt devletinin kuruluşunun engellenmesi konusunda irade beyanında bulunmalarıydı. Üç devlet arasındaki işbirliği bu dönemde gelişip serpildi. Kürt sorununu aşan, güçlü ticari bağların kurulmasına da yol açtı.
1990’larda her devletin kendi iç baskıcı mekanizmasına havale edilen Kürt meselesi, artık güçlü bir bölgesel işbirliğiyle kontrol altına alınıyordu. Türkiye bir süre sonra daha önce adını bile telaffuz etmediği Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni bu bölgesel işbirliğinin içine katacak ve resmî ilişkiler geliştirecekti. Zira artık o dönemin siyasetçilerinin ifadesiyle “Kuzey Irak’taki Kürt oluşumu” geri döndürülemez bir noktaya ulaşmıştı hedef birtakım resmî ilişkiler kurarak bu oluşumu denetim altına almak olmalıydı.
DEVLETDIŞI ÖRGÜTLER
2000’li yıllara hakim olan bölgesel işbirliği stratejisi Irak’tan sonra Suriye’nin de bir devlet olarak çökmesiyle sona erdi. Bu çöküş Türkiye için çok daha hayatiydi. Zira 2000’li yıllarda PKK’yı destekleyerek kendi Kürtlerini kontrol altına almak isteyen Esad’ın politikaları sayesinde Suriye’de PKK ile güçlü bağları olan bir Kürt hareketi oluşmuştu.
Geriye bölgesel işbirliğini sağlayabilecek sadece iki devlet kalıyordu: Türkiye ve İran. Öte yandan bu iki devlet aynı dönemde Suriye savaşının bir diğer temel ihtilafı olan Sünni- Şii ayrışması üzerinden kendilerini iki ayrı kampta buldular. İran için yükselen Sünni radikalizmini sınırlamak, Kürtleri sınırlamaktan daha elzemdi. Üstelik hem Türkiye’nin hem de İran’ın bölgesel güç olma arzuları vardı. Bu jeopolitik rekabet etnik ve mezhepsel çatışma ile birleşti ve Suriye savaşına üçüncü bir boyut kattı.
Tam da bu durum Kürt sorununda Türkiye hükümetinin üçüncü tarz-ı siyasetine yol açtı: Suriye sahasında Sünni-Şii çatışmasına oynayarak Kürt hareketini devlet-dışı gruplar yoluyla dizginlemek. Savaşın ilk döneminde bu grupları desteklemek Suriye savaşının iki çatışma hattında da Türkiye’nin elini güçlendirecek bir kazan-kazan stratejisi olarak görüldü. Ama
Fakat bu politikada yapılan hayati hatalar, küresel dengenin dönüştüğünü görememek ve (tıpkı diğer bütün iç savaşlarda olduğu gibi) Suriye içerisinde desteklenen Sünni grupların hızla radikalleşmesi ve kendi özgün gündemlerini savaşa dayatmalarıyla bu strateji tamamen çöktü. Üstelik bu radikalleşme ve güçlenme ABD, Rusya gibi küresel aktörlerin Suriye içindeki seküler Kürt hareketini önemli müttefiklerinden biri olarak görmesine yol açtı. Türkiye’nin içinde bulunduğu “stratejik yalnızlık” ülkeyi bütün önemli bölgesel ve küresel güçlerle karşı karşıya getirdi.
YENİ BİR UZLAŞMA?
Bu üç tarz-ı siyasetin üçü de 2016 itibarıyla çökmüş durumda. Türkiye artık ne 1990’larda olduğu gibi Kürt sorununu güçlü bölge devletlerinin baskıcı siyasetlerine havale edebilir, ne bu devletlerle 2000’li yıllarda olduğu gibi bölgesel bir işbirliği inşa edebilir ne de devletdışı Selefi örgütleri kendi çıkarları için seferber edebilir.
Suriye savaşındaki yeni mutabakat Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunduğu; çöken ulus-devletlerin yerinin Rusya gibi küresel hırsları olan aktörlerin garantörlüğüyle doldurulduğu; etnik ve mezhepsel taleplerin törpülendiği yeni bir hatta inşa edilmiş vaziyette.
Peki, beş yıllık bir radikalleşmeden sonra bunu muhafaza etmek mümkün mü? Bu uzlaşmaya rağmen sahada çok farklı çıkarlara sahip olan devletler bu mutabakata ne kadar uyacaklar? Etnik ve mezhepsel talepler sadece büyük devletlerin masada anlaşmaları ve şiddete dayalı bir politik hat ile çözülebilir mi? Sokağa çıkarıp, başkalarını öldürmeleri için ellerine silah tutuşturduğunuz sıradan insanlara biz aramızda anlaştık, hadi şimdi evlerinize dönün diyebilir misiniz?
Korkarım ki bu yeni sürpriz Suriye siyaseti hem Türkiye hem de bölge için daha çok sürprizlere gebe.