Ceren Gündoğdu: Her şeyi kaybedebilirim ama samimiyetimi asla...

Şarkıcı, şarkı yazarı, müzikal oyuncusu, sosyolog... Kendi kuşağının en yetenekli şarkıcılarından olan Ceren Gündoğdu ile müziğini, farklı türler arasındaki seyahatini ve konserlerini konuştuk.

Abone ol

DUVAR - Ceren Gündoğdu, müzik dolu bir evde doğup büyümüş. Ünlü bir halk müziği şefi babanın ve yine müzisyen bir annenin çocuğu olarak, piyanonun bağlamayla yan yana olduğu evin salonunda henüz çok küçükken tercihini piyanodan yana kullanmış, bu enstrümanın eğitimini almış. Konservatuar eğitimiyle yetinmemiş, kendisini, kişiliğini, dünya görüşünü farklı boyutlara taşıyacak sosyoloji eğitimini dereceyle tamamlayıp bir de iletişim alanında yüksek lisans yapmış. Dinleyicilerine, müzikseverlere kimi zaman bir türküye getirdiği kendisine has yorumuyla, kimi zaman caz armonilerine kayan bir şarkısıyla, bazen klasikleşmiş bir pop şarkısını alıp yeniden yorumlamasıyla durmadan sürprizler yapıyor. Müzikteki bu çok yönlü tavrını çeşitlilik, onu “o” yapan bir zenginlik olarak görüyor sanatçı. Birkaç yıldır yayınlamaya başladığı kendi yazdığı şarkılarda ise tüm bu zenginlikten damıttığı özel, özgün bir tarzı hissetmek mümkün. Yetkin ve başarılı bir şarkıcının yanı sıra giderek daha iyi şarkılar yazan bir şarkı yazarı var karşımızda.

Ceren Gündoğdu ile çok üretken ve yoğun olduğu, şarkılarını yayınlamakla, farklı düetlerde karşımıza çıkmakla ve 60’tan fazla kez sahnelenen bir müzikalde rol almakla kalmayıp bir şehirden diğerine konserlere gidip geldiği bu parlak günlerinde müzikle dolu geçmişini, şarkıcılığını ve çalışmalarını konuştuk.

‘ŞARKI SADECE BİR KİŞİNİN BİLE YARASINI SARIYORSA KIYMETLİDİR’

Çok yoğunsunuz, görüyoruz. Konserler bir yandan, diğer yandan müzikal. Ayrıca arka arkaya şarkılar yayınlıyorsunuz. Pandemi döneminde de çok üretkendiniz. Nasıl oldu da kendinizi bu yoğun temponun içinde buldunuz?

Tutkulu bir dönem. Pandemi aslında benim için ya küseceğim ya da tutunacağım bir dönemdi. Neden diyecek olursanız, yıllarca kendi albümünü yapmanın hayalini kurmuş bir kadınım. 15 yaşımdan beri istediğim şey bu. Ancak hayatın ritmi içerisinde hep başka projeler, yine sahne üzerinde olduğum ve beni çok zenginleştirdiğine inandığım projeler öncelikli oldu. 2-3 sene öncesine kadar bu şarkıları yayınlamıyordum. Derken, bir sene boyunca birkaç tekli çıktı ve ilk albüme giriştik. İlk albümün çıkışı pandeminin başladığı hafta. Yani 14 Mart’ta kapanma oldu, 20 Mart’ta benim albümüm yayınlandı. Haliyle ne lansman konseri, ne o hayalini kurduğumuz turne gerçekleşemedi. Öyle olunca da “Tam da albümümün çıkacağı hafta kapanma oldu” diye küsebilirdim. Ama bu kadar gerçek bir şey yaşarken hayatın içerisinde, herkesin maddi manevi bu kadar kaygılı, problemli, zor bir dönemden geçtiği bir şeyin içerisindeyken o olumsuz duyguya, ruh haline giremedim çünkü çok daha gerçek zorluklar deneyimliyorduk o dönemde. Ne oldu? Daha çok evde vakit geçirme, daha çok okuma, daha çok dinleme derken daha çok şarkı çıkmaya başladı ortaya. Ben de o süreçte bunları olabildiğince kaydetmeye başladım. Benim bağımsız müziğe geçtiğim bir dönemdi üstelik. Rahat rahat, gönlümden geldiği gibi kayıtlar yapıp paylaştığım bir döneme evrildi.

Konuya çok yapıcı bir yerden yaklaşıyorsunuz lakin o kadar emekle çıkardığınız ilk albümün böyle bir döneme denk gelmesi sizde ciddi bir hayal kırıklığı yaratmıştır zannediyorum.

Hem de nasıl… Dinleyiciye temas edememe durumu çok zorlayıcıydı. Şimdi geriye baktığımda o albümün yanlış bir zamanda var olmuş bir albüm olduğunu düşünmüyorum ancak. İnanın bunu da toksik bir pozitiflikten söylemiyorum. Demek ki o albümün o zamanda çıkması lazımmış. Belki de insanların duygusal olarak iyi hissetmediği bir dönemde birilerinin yaralarını sarmasına vesile olmuş şarkılar vardır içinde. Çünkü müzik sadece 100 milyon kişiye hitap etmek için yapılan bir şey değil. Bir kişinin yarasını sarıyorsa, bir kişi bile kendisinin, yaşadıklarının anlaşılır olduğunu düşünüyorsa o şarkıyı dinleyince bu çok kıymetli. Dediğim gibi, belki o dönemde birilerine iyi geldi ya da bana iyi geldi o şarkılar, o ritmler. Bir de, üretim bitmeyen bir şey. Eğer ki şarkıcılığı ve şarkı yazarlığını sonradan bir sıfat edinmek için benimsemiyorsan, -ki böyle de çok insan var, lafımı çakmış olayım- bu senin için bir yaşam biçimiyse, sen zaten hep şarkı söyleyen, hep müzikle var olan biriysen tek atımlık kurşun değil o şarkılar. Yenisini yazarsın, başkasını yazarsın, başka bir duyguyu aktarırsın. Bunu da zorlama bir olumlama olarak söylemiyorum, gerçekten böyle hissediyorum.

O zor dönemde albüm nasıl karşılandı peki? İnsanlar o kaygı halinde müziğe hâlâ ilgi gösterebiliyor muydu?

Hiç fena olmadığını düşünüyorum. Birilerine ulaştı tabii. Şöyle düşünün, ben üç senedir şarkı yayınlıyorsam bunun iki senesi pandemiydi aslında. Daha çok o dönemde şarkılarım özelinde var oluşumu gerçekleştirdim diyebilirim.

Peki bu dönemin ardından sık aralıklarla yayınladığınız şarkılar pandemi döneminin ürünleri mi?

Çoğu pandemide yazdığım şarkılar evet. O dönemde çok şarkı yazdım. Bu sene de öyle oluyor benim için. Bir şarkı yayınlanıyor, üç gün geçmeden bir şey vesile oluyor, bir şarkı daha yazıyorum. Planlamıyorum da aslında, öyle akıyor. Bu sene belki biraz daha az şarkı yayınlamayı ama çıkacak şarkılara çok kanalize olarak, hem görsel dünyasına hem sound’una farklılıklar katarak ilerlemeyi istiyorum. En son Ocak’ta bir şarkım çıktı, Mayıs’a kadar bir şey yayınlamayacağım. Mayıs’ta çıkacak olan şarkı hazır ama kendimce biraz daha uzun bir ara verdim.

‘SANA AİT BİR SÖZÜ VE MÜZİĞİ DİNLEYİCİ İLE PAYLAŞMAK FARKLI BİR SORUMLULUK’

Solo kariyerinizin en yoğun dönemi herhalde bu. Turnelere çıkıyorsunuz, birçok şehirde ilk kez sahne alıyorsunuz. Bu nasıl bir duygu?

Çok güzel bir his. Ben daha önce çok fazla sahnede performans yapmış biriyim. Farklı projeler, caz grupları, müzikaller vesaire. Ancak kendi kimliğinle orada olmak ve sana ait bir sözü, müziği paylaşıyor olmak başka bir sorumluluk. Müthiş güzel bir şey. Konserler artmaya başlayınca çoğu şehre ilk kez gitme şansım oldu ve hep aynı paylaşımı yapıyorum, “İlk kez bu şehre geliyorum” diye (gülüyor). Benim için çok heyecan verici bir süreç. Keyifliyim ve tadını çıkarmaya çalışıyorum.

Konser organizasyonları, olanaklar özellikle Türkiye’de sanatçıların ve grupların şikayet ettiği bir konudur. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Şikayet edilmesi gereken bir konu gerçekten de. Güzel, parıl parıl kulisler, harika organizasyonlar olamıyor her zaman. Ben işe çok sert bir yerden başladım, İç Anadolu turnesi yaptım. İzmir’den, Antalya’dan filan başlamam beklenebilirdi ama ben Kütahya, Aksaray, Konya gibi illerden başladım. Müthiş öğretici bir deneyim çünkü şartlar farklı, dinleyici kitlesi ile kurduğun iletişim yeri geliyor farklı oluyor. Zorlayıcıydı. Öyle tozpembe bir turne süreci yok tabii. Bakın hep diyordum ki bu hikâyeyi bir röportajda anlatacağım, o röportaj bu röportajmış. Bir konserde şöyle bir şey yaşadım: Benden sonra çıkacak bir grup var ve o çıkacak grubu bekleyen bir kitle var. Şarkımı söylüyorum ve karşımda bin, bin 500 kişi var. Bakıyorum dinleyenlere, birileri bana elleriyle kalp yapıyor, birileri ise son derece mutsuz çünkü diğer grubun çıkmasını bekliyor. Aynı pandemi ve albüm örneğindeki gibi, hayat bence böyle bir şey. Ya o kalp yapanlara, ışıl ışıl gözleriyle sana bakanlara odaklanacaksın ki belki aralarında bazıları ilk kez canlı müziğe temas ediyor, ilk kez o şarkıları duyuyor; ya da orada mutlu olmayan, diğer grubu bekleyen kişilerin mutsuzluğuna kapılıp “Vay efendim ben bunu hak etmiyorum. Benim gibi bir yetenek burada sahnede” filan gibi bir olumsuz hale düşeceksin. Bence bu kariyer yönetimi de total olarak böyle bir şey çünkü kötü çok fazla şey var. Sana hakkının yendiğini, iyi şeyler olmadığını hissettiren çok fazla şey geliyor başına. Ona takılıp düşebilirsin ya da senin müziğini içselleştirmiş insanlardan gelen güzel mesajlara odaklanırsın. Ben ikinci tarafa odaklanmaya çalışıyorum yoksa mental olarak işler pek kolay olmayabilir.

Gittiğiniz şehirlerde karşılaştığınız dinleyici kitlesinin varlığından haberdar mıydınız? Yoksa biraz da şans eseri mi oldu her şey?

Şans eseri oldu diyebilirim. Beni de şaşırtıyor bu kadar kucaklanmak. Sosyal medya mesajlarını olabildiğince okumaya mesai harcayan biriyim, YouTube kanalında videoların altına yazılanları da öyle. Çünkü her yorumu içselleştirmemekle beraber onların çok gerçek bir yanı olduğunu düşünüyorum. Bazen iyi ölçütler olabiliyor o mesajlar ve yorumlar. Oralardan takip ediyorum, bir konsere gitmeden önce gelen mesajlardan anlıyorum oradaki sıcaklığı. Yine de gittiğinde orada o birebir deneyim şaşırtıyor, mutlu ediyor, heyecanlandırıyor.

Sanatçının son teklisi 'Gözyaşı Kadehleri' Ocak ayında yayınlandı.

‘AİLEMDE ŞARKI SÖYLEMEK KONUŞMA DİLİ GİBİ BİR ŞEY’

Biraz geriye dönelim isterseniz. Sizin müzik dolu bir hayatınız, çocukluğunuz var aslında. Müzik dolu bir evde doğup büyümüşsünüz. Babanız TRT’de halk müziği şefi, ünlü bir sanatçı olan Zafer Gündoğdu. Keza anneniz şarkı söyleyen, sahne alan bir isim. Şarkıcı olmak kaçınılmaz bir netice miydi sizin için?

Evde bir konuşma dili gibiydi müzik, şarkı söylemek. Kuşların birbirlerine seslenmesi, öterek birbirleriyle iletişim kurması gibi aslında. Evin ortasında bir piyano vardı kendimi bildiğim ilk zamanlardan beri. Benim tuşlarına basarak oyun oynadığım, sonra da çalmaya başladığım enstrüman. Bağlama da vardı evde ama benim eğilimim piyanoyaydı 5-6 yaşlardan itibaren. Aslında bir şeye doğru çekiliyorsun. Anne ve baba da onu görünce ne şans ki doğru bir şekilde konservatuara yönlendirdiler beni. Konservatuarı, okula devam ederken yarı zamanlı olarak okudum.

Babam benim konser piyanisti olmamı, klasik tarafta yer almamı çok istiyordu. Onda baba güdüsüyle şu da vardı: “Sen çok naifsin yavrum, sen bu sektörde yapamazsın, akademisyen ol, piyanist ol.” O da sektörün diğer yüzünü bilmediği için belki ona daha güvenli geliyordu işin bu yönü. Ancak ben Mimar Sinan’da 8 senelik piyano eğitiminin ardından üniversitede başka bir alanda eğitim almak istediğime karar verdim. Bir taraftan müzik yaparken müziğimi besleyecek başka kanallara girmem lazım diye düşündüm. Oldum olası meraklı biriydim, aynı anda birçok şey yapma eğilimim vardı. Boğaziçi’nde sosyoloji okurken bu sefer de İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Müzikal Tiyatro Bölümü olduğunu öğrendim ve müzikallere de hep bir aşkım var. Hem tiyatro, hem dans, hem şarkılar çok hoşuma gidiyor. Derken o dönemde bu bölüme girdim. Hep iki okul bir arada gitti.

Sosyoloji okumayı siz seçtiniz değil mi?

Evet, isteyerek gittim. Çok güzel bir bölüm çünkü. Bir mesleki eğitim değil, kişiye bir perspektif katan, insanı, toplumu, insanın o kırılganlığının içerisinde etrafındaki insanlardan ne kadar çok etkilendiğini anlamaya, o sebep-sonuç ilişkisini kurmaya yardımcı olan bir bölüm sosyoloji. Bence şarkı yazmak ve yorumlamak da böyle bir şey. Bir kişiye hitap ediyorsun ama aynı zamanda binlerce kişiye sesleniyorsun. Müzik de insanı anlamakla ilgili gibi geliyor bana.

Sosyoloji eğitiminizin yaptığınız müziğe bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz o halde…

Kesinlikle. İyi ki okumuşum diyorum çünkü o nedensellik ilişkisini çok güzel kurduruyor insana. Bir insanın neyi neden hissettiği, hangi davranış biçimlerini neden benimsediği gibi sorular… İnsanı anlamaya dair kafa yorma eğilimi veriyor bir kere. Müzik dediğimiz, sanat dediğimiz şey, geçtim başka insanları anlamayı, kendini anlamayla çok bağlantılı. Benim için şarkı yazmak, söylemek kendi iç dünyamı keşfetmekle, kendi hislerimin adını koymakla çok alakalı. Ben içimi çok didikleyen biriyim; ne zaman, nerede, ne hissettiğimi, onu neden hissettiğimi merak eden biriyim. Tabii kendinle beraber başka insanları da anlamak istiyorsun. Bu sosyoloji ile çok ilintili bir şey ve müziğimi de tabii derinden etkiliyor.

Dediğiniz gibi bir yandan da Müzikal Tiyatro eğitimi alıyorsunuz…

O da bence şarkı yazarlığını, şarkıcılığı çok besleyen bir şey. Müzikalde bir karakter yaratıyorsun ve o karakterin içine giriyorsun, o karakterin iç dünyasından bir şarkı söylüyorsun. Ya da başka bir karakter olmayı deneyimliyorsun. ‘Damdaki Kemancı’da ben Hodel diye benim karakterime hiç benzemeyen bir kızı oynuyorum. Hayatımda bir daha ne zaman Hodel olmayı deneyimleyebilirdim ki? Başka birinin duygu dünyasına girmek benim için şarkı yazarlığımı ciddi oranda etkiliyor.

O eğitimden oyunculuğa da yönlenebilir miydiniz? Aklınıza geldi mi hiç bu?

Olabilirdi elbette çünkü orada da belli başlı bir oyunculuk formasyonu alıyorsun. Sonuçta ben de hem İstanbul Devlet Tiyatrosu’ndaki 200 oyunluk, sonrasında Damdaki Kemancı ile 60 oyunluk tecrübe ile aslında ciddi bir oyunculuk tecrübesi yaşamış oluyorum ki ikisi de 3 saatlik oyunlar, orijinal Broadway müzikalleri ve ciddi tiyatro sahnesi deneyimleri. Ancak ben kolay kolay yakıştıramıyorum kendime, “Ben oyuncuyum” demecini verebilmek için her türlü diyalekti, konuşmayı beceriyor olmam, çok daha fazla oyun oynamış olmam lazımmış gibi geliyor. Öyle bir dönemdeyiz ki, iki bölüm dizide göründüğü için kendisini oyuncu olarak görenler var. Benim için hep müzik ağır bastı. Oyunculuğu da müzikle beraber projelendirebildiğim, müzikallerde kullandığım bir araç olarak görüyorum. Tabii göz kırpalım şimdi sektöre. İleride güzel senaryolar gelirse tekliflere açığım (gülüyor).

‘ÇOK GÜZEL TÜRKÜ SÖYLÜYORSUN, BAŞKA BİR ŞEY SÖYLEME’

Biraz müziğinizden konuşalım istiyorum. Güzel bir ses, yetkin bir şarkıcılık... Bunlar sizi dinlediğimizde ilk anda kulağımıza çarpanlar. Sesinizi kullandığınız tarzlar, biçimler farklılaşabiliyor. Bu bir arayış mı sizin için? Daha açık sorayım; kendinizi müzikal olarak bir kimlik bunalımı içinde bulduğunuz oluyor mu?

Çok güzel bir soru, hep üzerine sohbet etmek istediğim bir konuya değindiniz. Biz her konuda herkesi etiketlendirmeyi, bir kompartımanda bir yere yerleştirmeyi o kadar seviyoruz ki… Hayatta sosyal şemalar bunun için var: “O şudur, o şucudur”… Bunları tanımlamak hayatımızı daha güvenli ve kolay bir şekilde idame ettirmemizi sağlıyor. Bu nedenle belki bir şarkıcı için de hemen bir küme oluşturup, belli başlı çatılar kurup o yorumcuyu o çatının altına koymak istiyoruz. Ancak bana kalırsa müzik o kadar akışkan, o kadar türler üstü bir oluşum ki, ben söylerken mutlu olduğum, keyif aldığım, içime dokunduğunu hissettiğim her tarzı söylemeyi seviyorum. Türkü de söyleyebilirim, Türk müziği de söyleyebilirim, pop da, caz da söyleyebilirim. Keza bu zamana kadar söyledim. Tabii ki kendi bestelerini söylemek çok daha ayrıcalıklı çünkü kendi sesini kendi sesinle birleştirmek özgün bir durum, onun yeri ayrı. Fakat türler üzerinden bir şarkıcıyı konumlandırma meselesi bana son derece anlamsız geliyor ne yalan söyleyeyim. Bir grup var, “O kız modern müzik yapıyorsa neden türkü söylüyor?” diyor, bir başka grup var bana sürekli mesaj atıyor, “Çok güzel türkü söylüyorsunuz, başka şey söylemeyin” diyor. Bu aslında o kadar kişilik haklarına müdahale ki… Ben neyi söylemeyi seviyorsam onu söylüyorum aslında ve bunu da kimlik arayışı olarak görmüyorum. Bir zenginleştirici süreç olarak yaşıyorum. Şu tabii ki doğrudur, belki bir 10 yıl sonra müzik kariyerimde öyle bir yere geleceğim ki “Ceren tarzı” diye bir şey oturtmuş olacağım. O zaman da o farklı janraları bir arada söyleyen bir kadın gelecek insanların aklına ve bu kimlik sorusu akıllardan çıkmış olacak belki.

Bir de şu var ki, müzik bir oyun alanı ve zaten o kadar çok kurallara göre yaşıyoruz ki, bari bir yer olsun ve hiçbir kurala uymadan kalbimizin sesini dinleyerek ne yapmak istiyorsak onu yapabilelim. Bütün bu farklılıkların içinde bir tampon oluşturan şey de bence benim yorumum oluyor. Farklı türlerde söylüyor olsam da bana has bir yorumla söylüyorum. Türkü söylüyorsam etnik müzik icra eden birinin üslubuyla söylemiyorum, yine “Cerence” söylüyorum onu.

BİR TESADÜF SONUCUNDA PARİS’TE AYLARCA SAHNE ALMAK…

Sahne kariyerinize caz söyleyerek başladınız aslında, değil mi?

Caza hep ilgim vardı, koyu bir Norah Jones hayranıydım 14-15 yaşımda. Sonra Nükhet Ruacan ile çalışma fırsatım oldu o vefat etmeden önce kısa bir dönem. Müthiş bir şarkıcıydı. Koyu bir Ella Fitzgerald hayranıydım. Cazda, emprovizasyona izin veren, kendi içinde akıp giden bir söyleme üslubu vardır, klasik müzikteki gibi köşeli değildir, akışa müsaade eden bir alan vardır. Bakın şimdi şunu fark ettim, söyleşimizin başından beri kendimi tekrarlıyorum, hep genişlemek ve zenginleşmek üzerine konuşuyoruz aslında. Belki bu bir ihtiyaçtır benim için. Nitekim caz da böyle girdi hayatıma ve böyle başladı caz söyleme serüvenim. Nükhet Ruacan ile çalıştıktan sonra Boğaziçi’ne girdiğimde orada Caz Korosu’nda bir süre söyledim. Daha sonra, Erasmus programıyla gittiğim Paris’te şans eseri şöyle bir şey oldu: Gideli birkaç hafta olmuştu, bir akşam arkadaşlarımla dışarıya çıkıyoruz. Beni de merak ediyorlar çünkü şarkı söylediğimi biliyorlar. Her zaman, her ortamın şarkı söyleyen kızı olmuşum çünkü (gülüyor). Bir caz bara gittik, piyaniste “Ben de bir şarkı söyleyebilir miyim?” dedim, “Bizim solistimiz gelecek” diyerek kabul etmedi, hatta beni tersledi. Yerime oturdum. Şansıma solist geç kalınca beni sahneye çağırdılar, çıktım birkaç şarkı söyledim. Sonra 6 aylık o Erasmus maceramın 5 buçuk ayında her Cuma ve Cumartesi Paris’te o mekânda şarkı söyledim. Bir piyano vardı, kuyruklu piyano, o piyanonun üzerine çıkıp, bacak bacak üstüne atıp… (gülüyor).

Özgün, sana ait bir şey bulmak için senden önce konuya vakıf insanların ürettiği nitelikli şeyleri deneyimlemen gerekiyor bence. Caz söylemek, müzikalde yer almak, o alanlarda beğendiğin insanları taklit etmek, o taklidi yapa yapa kendini bulmak, kendine has bir üsluba ulaşmak… Bunların hepsi bence bugünkü Ceren’i besleyen şeylerdi. Bunu hiç yolumu kaybediyorum da sonra yolumu arıyorum gibi görmüyorum. Hepsi, beni besleyip bugünkü bene getiren şeyler.

Şarkı yazarlığınıza değinelim biraz. Şarkı yazarlarına çok sorulan klişe bir soru vardır, “Nasıl yazıyorsunuz şarkılarınızı?” diye. Bu soruyu ben de bu kez size sormak istiyorum çünkü sohbetin buradan başka bir yere evrileceğini düşünüyorum.

Çok iyi ettiniz sorarak. Benim şarkı yazma sürecim genelde bir tür trans halinde oluyor. Hiç “Şimdi bir şarkı yazmam lazım” diye oturup şarkı yazmadım. Gerçekten aklıma bir melodi ya da bir söz düşüyor, ben de melodinin ya da sözün peşinden piyanonun başına geçip şarkıyı yazmaya başlıyorum. O noktada şarkının çok büyük bir bölümü çıkmış oluyor. Daha sonra birtakım kelimeleri revize etmek, melodiyi elden geçirmek kısımları geliyor ki o da işin oyun kısmı. Aslında her yazdığın şarkıyla biraz daha iyi şarkı yazmaya başlıyorsun bence. 10 gündür spor yapan biriyle 5 yıldır spor yapan birinin kasları aynı şekilde çalışmaz ya, ona benziyor, her şarkıyla başka bir şey keşfediyorsun. Aslında 15 yaşımda da derste arka sırada şarkı yazdığımı biliyorum. İçten gelen bir şey bu. O içten geleni biraz oynayarak, düzelterek tamamlıyorum. 

‘ŞARKI YAZMAK, GÜNLÜĞÜNÜ BAŞKALARINA OKUTMAK GİBİ’

Hayatınızdan, kendinizden mi yola çıkarsınız şarkı yazarken?

Evet, çoğu zaman öyledir. Kendi duygularımdan yola çıkarım ve bunu da şuna benzetirim: İnsanın bir iç kumbarası var, bütün gördüklerin, duydukların, hissettiklerin, hayal kırıklıkların, sevinçlerin ya da bir arkadaşının kendisiyle ilgili anlattığı bazı kırılgan noktaları… Bu hikâyeleri biriktiriyorsun içindeki kumbaranda ve şarkıyı yazarken o kumbarayı açıp hangi duygu gerekiyorsa onu alıyorsun. Benim şarkılarım genelde, dürüstçe söyleyeyim, kendi yaşanmışlıklarımdan doğuyor. Ve bu aslında açıp günlüğünü başkalarına okutmak gibi bir şey. Her zaman şu kaçışın var, “Ben zaten gerçekle kuruyu birleştiriyorum…” Tabii ki şarkıyı yazarken gerçekle kurguyu birleştiriyorsun, bir şarkının her bir noktası senin hissin olmuyor belki ama o şarkıyı başlatan şey senin yaşadıkların ve duyguların. Böyle bakınca benim yazdığım gibi şarkı yazmak özelini paylaşmak bir anlamda. Bu yüzden de herkesin işine, emeğine saygı duymak elzem. Sosyal medya üreten kişiler ile dinleyen kişiler arasındaki sınırları o denli ortadan kaldırdı ki, kırıcı şeyler, kötü şeyler söylemek çok kolay. Hâlbuki biri karşında bütün kırılganlığıyla, çıplaklığıyla duruyor sana sesini, sözünü emanet ettiği zaman. Beğenmemek tabii ki bunun bir parçası ama beğenmiyorsan da kötülemek yerine geç, çünkü o şarkıyı geçme şansın var bir parmak hareketiyle.

Hem sosyoloji eğitimi aldınız hem de yüksek lisansta sanıyorum “şöhret kültürü” üzerine çalıştınız. Şimdiki süreçte tanınırlığınız, bilinirliğiniz giderek artıyorken nasıl hissediyorsunuz kendinizi? İnsan tanınmaya başlayınca, geçmişte eleştirdiği insanlara dönüşebiliyor mu?

Çok dürüstçe söyleyeyim, öyle aklımı başımdan alacak bir şöhretim yok (gülüyor). O yüzden çok sakince karşılıyorum her şeyi. İnsanın kendisine, kendi düşüncelerine, duygularına sadık kalması çok önemli. Eğer sen kendi içinde bir takım değerlere ve yaşam biçimine sadıksan, onları hazmetmişsen şöhretin seni çok fazla sarsabileceğini düşünmüyorum. Bir de işin gerçeği şu ki, ben şöhretli bir babayla büyüdüm. Şöhret benim için her şeyi alt üst eden, filmlerde gördüğümü o ışıltılı hayat filan değil, aslında çok da gerçek bir şey. Bugün bile hâlâ babamla bir yere gitsem muhakkak birilerinin babama geldiğini, saygı gösterdiğini ve onunla fotoğraf çektirmek istediğini görüyorum. Bu nedenle şöhret bağ kuramadığım, soğuk, aklı baştan alan bir olgu değil. Şu dürtüm de ağır basıyor tabii, daha çok tanınmak istiyorum. Neden diyecek olursanız, müziğimi daha büyük kitlelere ulaştırmak tabii ki büyük motivasyonum. Tanınmak benim için bunun bir aracı.

Bir gün öyle parıltılı bir şöhrete kavuştuğunuzda müziğinizin bu şöhretin peşinden gitmesinden, belki samimiyetini kaybetmesinden korktuğunuz oluyor mu?

Hiç öyle bir korkum yok. Her şeyimi kaybederim ama samimiyetimi kaybetmem. Bu zamana kadar kariyerimde yaşadığım bütün sıkıntılar içimle dışımın fazla aynı olmasından kaynaklandığı için söylüyorum bunu.

‘KADIN ŞARKI YAZARLARI BİRBİRLERİNİ ANLIYOR’

Genç şarkı yazarı ve şarkıcı kadınların altın dönemini yaşıyoruz bence. Bu her anlamda çok güzel bir açılma. Bu kadınların, aralarındaki doğal rekabete rağmen çoğu zaman birbirleriyle dayanıştığına da tanık oluyoruz ki geçmişte, farklı kuşaklarda çok sık rastlanan bir durum değildi bu. Bunu neye bağlıyorsunuz siz?

Doğru bir perspektiften yaklaşıyorsunuz bence. İnsanın anlam arayışı var ya hayatta, aynı duyguyu paylaştığın, aynı sıkıntılı yollardan geçtiğini hissettiğin, aynı mücadeleyi verdiğin insanlarla yan yana gelince bu dayanışma ortaya çıkıyor bence. İstersen bir göçmen ol, istersen bir kadın şarkı yazarı ol, biriyle aynı mücadelenin içinde debeleniyorsan bunu bilmek yalnızlık hissini alan bir şey oluyor. Bir kadın şarkı yazarının, benim jenerasyonumdan bir kadın şarkıcının, hele de özgün bir şeyler yapmaya çalışıyorsa, onu tanımasam bile hangi yollardan geçtiğini, neyin mücadelelerini verdiğini, kalbini nelerin kırdığını, sosyal medyaya girdiğinde neye demoralize olduğunu ya da neyden mutlu olduğunu az çok anlayabiliyorum. İnsan kendisi kırılgan bir süreçten geçer ve kırılmak istemezse başkasının da aynı süreçten geçebileceğini ve kırılmak istemeyeceğini anlar. Sen onun elini tuttuğunda sadece ona güç vermiyorsun o da sana güç veriyor. Bence bu çok kıymetli. Genç kuşaklar bu konuda daha bilinçli çünkü pasta çok büyük ve herkese yetecek kadar dilim var, gençler de bunu fark ediyor. Üstelik her birimizin rengi o kadar farklı ki.

Bu arada dürüstçe söyleyeyim, şarkı yazarı ve şarkıcı gibi görünüp pek öyle olmayan insanlar da var, şarkı yazarı ve şarkıcı olmak benimsenebilecek bir sıfatmış gibi görünmeye başladı. Karar verilen ve olunan bir şeymiş gibi sanki. Bunun da altını çizmek istiyorum.

Siz kimleri dinlersiniz?

Genelde eskiden isimleri dinliyorum ne yalan söyleyeyim. Sezen Aksu, Selda Bağcan… Müzeyyen Senar, Gönül Akkor çok severim. Neşet Ertaş çok dinlerim. Hümeyra’yı çok severim. Çok zor bir soru bu ama genel olarak eskiye dair diyebilirim dinlediğim müzik için. Bunlar beni daha çok besliyor. Güncel işleri de takip ediyorum tabii, işim gereği de takip etmeliyim. Özgün bir şey yapmaya çalışsan da güncel sound’lara hakim olmak, neyi müziğine ne kadar entegre edeceğini bilmek için günceli dinlemek gerekiyor. Beğeni eşiğim yüksek galiba, çok çabuk içselleştiremiyorum. Bazı şeyler birbirinin kopyası gibi geliyor kimi zaman. Belki de bu yüzden eskinin o güvenli alanına dönüyorum.