Sanırım ilkokuldaydım. Her yaz olduğu gibi Ordu’ya, babaannemlere gitmiştik. Yarım yamalak hatırladığım bir günde komşular, akrabalar eve toplanmış hastanede yatan ve ölmek üzere olan komşumuz genç kadını ziyaret edip etmemeyi tartışıyorlardı. Herkes üzgündü ama durum normal karşılanıyordu. O kadar genç birinin hastalanarak ölebileceğini bilmiyordum. Sadece yaşlı insanların hastalanarak öldüğünü sanıyordum o zamanlar. Sonra annem köşeye çekip Çernobil diye bir yerde zamanında patlama olduğunu ve çevrede birçok kişinin de bu yüzden öldüğünü anlatmıştı.
Karadeniz’deki Çernobil kaynaklı ölümler uzun süre kamuoyunun pek gündeminde olmadı. Radyasyonlu çay seromonisiyle birlikte gülüp geçilecek bir ayrıntı olarak kaldı. Ta ki Kazım Koyuncu’nun ölümüne kadar. Koyuncu’nun ölümüyle nükleer santrallerin tehlikesi tekrar hatırlandı. Üzerine bir de Akkuyu tartışmaları yaşandı. Ancak işin tehlikesinin ne boyutta olduğu yeterince anlatılamadı.
HBO’nun yayınladığı mini dizi Çernobil sayesinde nükleerin tehlikesi tekrar gündeme gelmiş oldu. Önümüzdeki hafta son bölümü yayınlanacak dizi Çernobil, patlama anını başlangıç alarak sonraki süreci izleyicinin karşısına getiriyor. Dizinin özellikle teknik meseleleri anlatan bölümleri kayıtlara dayanarak hazırlandığı için felaketin ayrıntılarını hatırlamayan genç kuşak için bilgilendirici bir dizi oluyor. Hatta sosyal medyada Rusya, Ukrayna, Belarus kökenli birçok gencin diziden bahsederken “hiç bilmiyorduk” dediğini okuduk.
Ancak Çernobil dizisinin daha önemli bir yönüyse felaketin insani yönünü ustalıkla anlatması. Özellikle dördüncü bölüm, felaket sonrası “temizlik” için gönderilen askerlerin ve işçilerin yaşadığı travmayı başarılı bir şekilde yansıtıyor. Yoğun bir şekilde radyasyona maruz kalmış ve kısa süre içinde acılı bir şekilde hayatını kaybeden itfaiyecinin eşinin yaşadıkları, Sovyet bürokrasisinin patlama karşısında ilk anda takındığı umursamaz ve korkak tutum, felaketin büyümesini engellemek için kendini öne süren işçilerin fedakarlığını anlatış şekli diziyi güçlü kılıyor.
Çernobil’i izlerken Nobel ödüllü Svetlana Aleksiyeviç’in Çernobil Duası - Geleceğin Tarihi kitabını da hatırlamak gerek. Aleksiyeviç’in Sovyetlerin tarihini tanıklıklar üzerinden anlattığı kitap serisine ait olan Çernobil Duası felaket anını, sonrasını, yaşanan trajedileri, bürokratik saçmalıkları, sadece birilerini sorumlu tutmak için açılan davaları anlatır. Dizinin de bu kitaptan yararlandığını görebiliyoruz. Bazı anlatılar birebir olarak kitapla uyum gösteriyor.
Dizinin ve Aleksiyeviç’in ortak bir yönü de benzer bir anlatı üzerinden ilerlemesi. Aleksiyeviç’in kitabı felaketten etkilenen insanların seslerini topluyor ve bunlardan bir ülke tasviri yapıyor. Çernobil sadece insanlık tarihine geçmiş bir felaket değil, Sovyet sosyalizminin de çöküşünün simgesi niteliği anlamına geliyor. Yıkılışa giden süreçte sistemin yozlaşmasının son noktasına varması, Sovyet endüstrisinin asla hata yapmayacağına duyulan inanç ve sonrasında felaketi kabullenmeme durumu çözülüşün yönlerini hatırlatıyor. Aleksiyeviç de kitabın başında Çernobil’in felaket olması dışında ne gibi anlamları olduğunu şöyle anlatıyor:
“Belki de Hiroşima gibi askeri nitelikteki bir nükleer vakayla hepimiz baş edebilirdik, çünkü bizi o türde bir şeye hazırlamışlardı. Ancak bu felaket, sivil bir nükleer tesiste meydana gelmişti ve bizler, o dönemin insanları olarak, Sovyet nükleer santrallerinin dünyadaki en güvenilir santraller olduğuna, Kızıl Meydan’a bile inşa edilmelerinde sakınca bulunmadığına, tam da bize öğretildiği gibi inanıyorduk. Askeri nükleer enerji, Hiroşima ve Nagazaki demekti; barışçıl nükleer enerji ise her evi aydınlatan birer ampul demekti. Askeri nükleer enerji ile barışçıl nükleer enerjinin birbirinin ikizi olduğunu henüz kimsenin aklından geçirmemişti. Suç ortakları olduğunu kimse tahmin etmemişti. Aklımız başımıza geldi, bütün dünyanın aklı başına geldi, ama Çernobil’den sonra. Belaruslular bugün, tıpkı birer canlı ‘kara kutu’ gibi bilgi kaydediyor gelecek için. Herkes için.”
Dizi ilk yayınlandığında tipik Anti-Sovyetik bir yapım olacağı yazılıp çizilmişti, ancak dengeli bir dil tutturduğunu görüyoruz. Sovyet bürokrasisine eleştirilerini yönelten yapım yaşananları insani bir çerçeveden ele alıyor. Bunun yanında Rusya-Ukrayna gerginliği üzerine ABD’nin bir müdahalesi olarak diziyi okuyanlar da var, ama bu kısmı Mühdan Sağlam’a bırakıyorum.
Aleksiyeviç’in Sovyetler insanını anlattığı kitap serisine dönersek… Aleksiyeviç kitaplarında Afganistan müdahalesinin sonuçlarını, İkinci Dünya Savaşı’nda kadınların ve çocukların durumunu ve son olarak da çözülüşe yönelik insanların düşüncelerini sesler orkestrası şeklinde okurun karşısına getiriyor. Sovyet sosyalizminin kısa ama hem başarılarla, hem de felaketlerle biten hikayesini. Çernobil dizisinin dördüncü bölümünün başındaki sahne de neredeyse bu kitapların bir özeti niteliğinde. Radyasyon nedeniyle çevre köyler boşaltılmakta, askerler tek tek insanları evlerinden alıp güvenli bölgeye götürmektedir. Evinden ayrılmak istemeyen yaşlı bir kadınla asker karşılaşır. Şimdi yaşlı kadının anlattıklarına kulak verelim.
Asker: Gitmemiz gerek. Duydunuz mu beni? Burası tahliye ediliyor. Anlıyor musunuz? Benimle gelmek zorundasınız.
Kadın: Neden?
Asker: Çünkü bana öyle söylediler, ben de size söylüyorum. Bu köydeki herkes. Havada radyasyon var, güvenli değil.
Kadın: Kaç yaşında olduğumu biliyor musun?
Asker: Bilmiyorum. Yaşlı?
Kadın: 82 yaşındayım. Tüm hayatım boyunca burada yaşadım. Burada, bu evde. Güvenli olmayı niye umursayayım.
Asker: Benim işim de bu. Sorun çıkarmayın.
Kadın: Sorun mu? Elinde silahla buraya gelen ilk asker sen değilsin. Ben 12 yaşındayken devrim oldu. Çarın adamları, sonra Bolşevikler geldi. Senin gibi çocuklar sıra sıra yürüyordu. Gitmemizi söylediler, gitmedik. Sonra Stalin ve kıtlığı geldi. Holodomor. Annemi ve babamı kaybettim ve iki kız kardeşimi. Kalan herkese gitmesini söylediler. Sonra büyük savaş. Alman oğlanlar, Rus oğlanlar. Daha çok asker, daha çok açlık, daha çok ceset. Erkek kardeşlerim eve hiç dönmedi. Ama ben kaldım ve hala buradayım. Gördüğüm onca şeyden sonra gözümle bile görmediğim bir şey yüzünden mi gideyim. Hayır.