İYİP Genel Başkanı Meral Akşener, “HDP’nin olduğu masada biz olmayız. Bizim olduğumuz masada da HDP olmaz,” dedi. Meral Hanım’a göre, partisinin “bu hassasiyeti” sürecek. Ortak aday açıklaması gibi kritik bir eşiğe gelinip dayanılmışken, seçim öncesinin muhtemel gerilimli günleri de giderek yaklaşırken edilen bu sözün anlamı, önemi, kıymeti harbiyesi nedir, deşmeye, ortaya koymaya çalışalım.
Önce lafın altını doldurayım.
İYİP NE İSTER?
Meral Akşener ve ekibi, MHP kökenli. İYİP, MHP’den kopanların partisi. Eğer MHP’nin yerleşik yönetimi AKP -ve muhtemelen devlet içi birtakım güçler- ile işbirliği yapıp Akşener’in liderlik hamlesini gayrimeşru yoldan akamete uğratmasa, şimdi MHP’nin başında olacaklardı. Dolayısıyla: MHP’den ne gibi siyasî farklılıkları olduğu, aradan geçen bunca zamana ve bunca karşı karşıya gelişe rağmen, hâlâ aydınlatılmaya muhtaç konu. Hem de hayatî konulardan.
Bunu başka türlü şu soruyla da ifade edebiliriz: Türkiye’nin temel sorunlarına dair İYİP’in derli toplu, tutarlı yaklaşımı, buna uygun pratik görüşleri, önerileri var mı? Cevap da verebiliriz: Bilmiyoruz.
Bu durumda bir hayatî soru daha doğuyor: Muhtemel iktidar (ortaklığı) konumunda İYİP temel sorunlara ilişkin olarak MHP’ninkinden farklı herhangi bir tavır takınacak mı takınmayacak mı?
‘Temel sorunlar’ deyip duruyoruz. Bunları da adlı adınca söyleyelim ki, spekülasyondan kaçınalım. Şu kayıtla ki, burada esas olarak siyasî-toplumsal meselelerden bahsediyoruz:
NEYMİŞ TEMEL SORUN?
1- Devletin de uyduğu, herkese eşit muamele edilen bir hukuk sisteminin ve bunun içini dolduracak hukuk (haklar) kavramının olmayışı. Hukukun “devlet çıkarı” gerekçesiyle çiğnenebilmesinin devlet felsefesinin amentüsü oluşu.
2- Hukukun “milleti hâkime” lehine çiğnenmesinin de devlet-toplum ilişkisinin temel belirleyeni oluşu. Makbul vatandaş-ikinci sınıf vatandaş ayrımının etnik, dinî, mezhepsel, kadınlık, eşcinsellik gibi yapısal ve sonradan değiştirilemeyecek özelliklere bağlanmasından doğan etnik, dinci-mezhepçi, cinsiyetçi ırkçılıkların geçerli değerlere beşiklik etmesi.
3- Demokrasinin olmazsa olmaz şartının “başkalarının hakları” kavramına bağlı olduğunun baştan inkârı, hem devlet “felsefesi” hem toplum ideolojisi düzleminde, temel düzenleyici olarak hak kavramının yerini zorun -kuvvetin- işgal etmesi.
4- Onyıllar süren askerî vesayet dönemlerinde sivil siyasete bırakılmış sınırlı siyaset alanının halen aynı sınırlar içinde tasarlanması, siyasetin asıl tartışma konuları olması gereken başlıkların “devlet işi” sayılıp siyaset dışında bırakılması. Bunun yerine, siyasetçilere partilerini iktidarda tutmaya yetecek genişlikte bir eş-dost-destekçi kitlesi için çıkar ağları kurma imkânının tanınması. Sivil siyasetin bu yüzden hem siyasetçilerin hem halkın büyük kısmı tarafından bir kazanç faaliyeti ve çıkar ilişkisi olarak algılanması.
5- Demokratik işleyişlerin oluşabilmesi için ilk elzem araçlar ve ortamlar olması beklenen siyasî partilerin bu özelliklerden tamamen uzak bulunuşu. Partilere ilişkin yasaların bu partiler içinde demokratik ortama asla izin vermeyecek şekilde düzenlenmesi.
SOMUTA DOĞRU
Eğer ilkeleri, kavramlara dair soyut söylemleri geçip sorunları somut konuşalım dersek, lafa “Kürt sorunu”ndan başlamamız gerektiği açık. Çünkü buradaki gerilim ve çatışma memleketin başka her türlü ortamını şekillendirdiği gibi, bu alana geçilerek yapılacak tartışma, gadre uğramış, uğrayan öbür azınlıklarla ilgili meseleleri de ister istemez kapsayacak, meselâ, herhangi bir yönetimin Alevilerin Cemevi’ni ibadethane sayıp saymamaya yetkisinin bulunamayacağı anlaşılacak.
Somutluğa doğru bir adım daha atalım. Kürt sorununda kayda değer -siyasî-hukukî- adım atılmaksızın Türkiye’de demokrasi, hukuk ve insan hakları alanlarında iyileşme imkânsız. Kürt toplumunun Türk sağına veya bizzat devletin silahlı güçlerine yakın kesimini dışarıda bırakarak konuşacak olursak, “hak isteyen kesim”de iki ana eğilim karşımıza çıkıyor. Biri, hâlâ silahı esas siyaset aracı sayıyor, öbürü sivil siyasî mücadele ile memlekette topyekûn demokratikleşme için uğraşmaktan yana. (Bu eğilimlerin içerikleri, dönüşümleri, ayrıştıkları, kesiştikleri yerler, ilişkileri, çelişkileri… gibi konular, takdir edersiniz ki, bu yazının konusu dışında. Çünkü çok gerekli olmasına rağmen bugün bunları açıkça konuşabileceğimiz ortam yok.)
Böyle bir durumda -eğer varsa- “devlet aklı” veyahut herhangi bir aklın icabı, vurmalı kırmalı öldürmeli işlerin bir an önce bitmesi için, sivil siyasete alan açmak olurdu. Ama hukuksuzluk ve ayrımcılık zemininin bekâsı -evet, bu meşhur kavramın ait olduğu mevki budur- için aksi tercih ediliyor. Çünkü düşman olmadan, dahası, iç ve dış düşmanlar olmadan bizim düzenimizin, hâkim devlet-toplum ilişkimizin sürdürülmesi imkânsız. Hele eline silah almış asker polis öldüren birileri varsa, bizim “devlet kafası” bayram ediyor. Oysa Kürtlere yönelik tam aksi politika, kapsayıcılık, Türkiye dışındaki Kürtleri yurttaşlarının akrabaları sayma gibi bir yaklaşım, Türkiye Cumhuriyeti’nin etrafında isterim de isterim diye tutturduğu, uğruna yeni tehcirlere giriştiği güvenlik şeritlerinden çok daha güvenli bir kuşak yaratabilir, ekonomik gelişmişlikle beslenecek bir manevî etki, civar ükeler üzerindeki toplam etkinliği bugün hayal bile edilemeyecek seviyelere çıkarırdı.
Bu yol neden seçilmiyor? Sebeplerine girmeyeyim, yoldan çıkmayalım. Biz Meral Hanım’ın sözünün bu bağlamda ne mânâya geldiğini merak ediyoruz.
Şunlardan biriyle karşı karşıyayız: Ya klasik “Öldüre öldüre bir noktada bitiririz canım!” şuursuzluğu ve sorumsuzluğu ya da “Niye bitsin ki? Şehitler geldikçe demokrasi tehlikesinden uzaklaşıyoruz, ne güzel!” hunharlığı. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” ideali demek bunlarla çelişmiyor!?
DİPLOMASİ YOKSA BAŞKA NELER YOK?
İYİP homojen bir bütün mü? Konumuz somut siyasetse, Akşener veya başka birinin sözlerini olduğu gibi alıp değerlendirmemiz eksik kaçabilir. Belki bunu Meral Hanım birilerine mesaj diye böyle söyledi, belki perde gerisinde başka türlü yaklaşımlar tartışılıyor, vs… Olamaz mı? Elbette olabilir. Zaten Meral Akşener, MHP’den kopuşun hemen ikinci adımında, vurma kırma öldürme linç falan değil de, demokratik hukuk devleti isteyen ılımlı milliyetçi parti hedefliyormuş gibi bir izlenim yaratmak istiyor gibiydi. Köken ve destek kitlesi itibarıyla ne Akşener’in ne başka İYİP’lilerin, hele Kürt siyaseti hakkında, öyle olumlu, uyumlu, demokrasiye, haklara, eşitliğe kapı açan söylemleri ardarda dizmesi elbette beklenmez. Ancak, eğer bu konuda sahici bir çözümün sorumluluğunu alıp gerekli cesareti gösterecek olsalar, incelikli bir diplomatik hat izleyebilirler. Bir yandan mesafe koyarlar, öbür yandan ortamı yumuşatacak girişimler yaparlar… siyasette yol mu yok!
Oysa bunları göremiyoruz. Bu durumda, hukukun gereğini, demokrasinin hayatiyetini idrak etmiş bir Akşener ile zamanla dönüşecek bir ırkçılar ekibinin yerleştirildiği tablo, hayalgücü fazla gelişmiş birinin gelişigüzel karalaması olarak kalıyor. Bütün figürleri aynı renge boyayıp aynı yere koyabilir yani ressam. Tuvalden tasarruf.
KAYI BOYU İLE NEREYE KADAR?
Şu ilkel soruyu sormamız kaçınılmaz: Peki, ne olacak?
Bu kadarcıkla yetinmeyelim, daha soralım: Tamam anladık, Diriliş Ertuğrul’un gazından faydalandınız, Kayı Boyu bayrağı diye takdim edilen sembolden partinize isim imal ettiniz, oklar yaylar, savaşçı doğuran analar falan… en Türk sizsiniz. İyi de, beş kişiden birinin Kürt olduğu bir memleketi yönetmeye talipsiniz ve milyonlarcasının oy verdiği partiyle aynı masaya oturup konuşmayı bile kategorik olarak dışladığınızı ilan ediyorsunuz! Bir gıdım sahici demokrasi, iki gram hukuk bekleyen kimsenin sizi ciddîye alması için o halde nasıl bir gerekçe öne sürebilirsiniz? “Güçlendirilmiş parlamenter sistem”, şimdikinin değil de sizin partinizden bir içişleri bakanının sabah akşam bizi aşağıladığı, binlerce insanın şu değil de bu sebeple içeri atıldığı bir “yeni” dönem demek mi olacak? O parlamentoya HDP de girecek, ee? Ne olacak? Yine hep dışlanacaklar, fezlekeler yağacak, milletvekilleri itile kakıla hapse mi atılacak? Bu mu önümüze hedef diye koyduğunuz?
Meral Hanım başbakanımız olmaya talip. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” içinde. O halde şunu bilse sanırım iyi olur: İnsan hakları hunharca çiğnenirken Özel Harekât giysileri içinde şişinerek poz veren ’90’lar içişleri bakanı fotoğrafına bakmış kimseler o fotoğrafta çok şey görmüştür; ama o karenin biryerlerinde cesaretin zerresini aramak hiçbirinin aklının ucundan geçmemiştir. Oysa Devlet Bahçeli ve MHP tepe kadrosuna bayrak açtığında cesaret Meral Hanım’ın fotoğraflarına girmeye başlamıştı. Maalesef görüyoruz ki, bu mecburiyetten doğan girişkenlikmiş. “Onlarla konuşmayız”ın anlamı, sadece sivil demokratik siyaset yoluna bir beton bariyer daha dikilmesi, adalet özlemimizin üstüne zift dökülmesi değil, Akşener’in siyasî cesaretinin de rivayetten ibaret olması.