Cesur yeni dünyada Demokritos’un incirleri 

Ateşin, dilin, yazının bulunuşu; toprağı sürüp yerleşik hayata geçiş gibi büyük bir değişimin eşiğindeyiz. Zekâmızı bir üst modele yükseltmeye uğraşıyoruz; bunu yaparken de dilden, yazıdan, yerleşik yaşamdan itibaren üç aşağı beş yukarı üzerinde yürüdüğümüz hattı terk ediyoruz. Yeni ve aydınlık bir yere, bir başka dünyaya çıkabiliriz elbette. Ama Aldous Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya”sına da çıkabiliriz. 

Yenal Bilgici yenalbilgici@gmail.com

1.

Aramızda internet öncesi yıllara dönmek isteyenler var mı? Ben çok az kimsenin bu soruya olumlu yanıt vereceğini düşünüyorum. İnternet büyük rahatlık. “Kurulu düzenimiz var yeğenim, dönemeyiz” desek yeridir. Çok uzak gelecekten bugüne bakmaya bile gerek yok, apaçık yeni bir çağa girdik, düzenimizi kurduk, artık dönemeyiz. Okumamız, yazmamız, aramamız, öğrenmemiz hep bu düzene göre. 

Analog hayatlarımıza dönük yoğun nostalji yaşıyorum ama ben de o günlere dönmek istemem. Haber kaynağından faks beklediğimiz dönemlerde gazeteciliğe başladım; o günleri, daha doğrusu o teknolojiyi hiç de hasretle anmıyorum. Aradığım bilgiler bir tık ötedeyken, insanlara ulaşmak bu kadar kolayken… Neden özleyeyim?

Hasretle andığım şeyler var ama: Sessizlik, kesintisizlik, bütünlük…

Bunlar şimdi çok eski yaşamlara dairmiş gibi geliyor. Halbuki aramamızın, öğrenmemizin, düşünmemizin anahtarlarıydılar. Bu anahtarlar yitip gitti. Yerine başka anahtarlar geldi: Hız, hacim, bağlantı... Uygun parametrelerle hareket edenin ulaşamayacağı bilgi yok. Hele şimdi yapay zekâyla güncellenmekte olan yeni dönemde; internet koridorundan geçerek ulaştığımız esas odada…

Bu odada yeni sorular var: 

Okumanın, araştırmanın, sorgulamanın modası (beş altı bin yıllık bir sürece moda denilebilirse) geçiyor mu? 

Tüm bilgi, içine her şey sığan bir kutuda muhafaza edilebiliyorsa öğrenme çabasına, hatta öğrenmenin kendisine gerek var mı?

Bildiğimiz anlamda bilginin sonuna geldik mi?

2. 

Teknoloji ve kültür üzerine düşünmeyi seven Amerikan yazar Nicholas Carr’ın “Shallows” (Sığlık) isimli kitabını okuyorum. Kitabın alt başlığı tüm içeriği özetliyor: "How the Internet is Changing the Way We Think, Read and Remember?" (İnternet Düşünme, Okuma ve Hatırlama Biçimimizi Nasıl Değiştiriyor?) 

Kitap internetin etkilerinin ilk defa ciddi biçimde hissedilmeye başlandığı dönemde, 2010’da yazılmış; 2020’de de yeni bilgilerin, hal ve gidişin ışığında güncellenmiş. (‘Yüzeysellik’ ismiyle Türkçeye de çevrilmiş ama baskısı yok).

Kitabın, yapay zekâyla birleşen internet ışığında bir daha elden geçmesi gerekebilir; çünkü incelediği konular, sorduğu sorular bugün itibariyle daha yakıcı hale geldi. Carr diyor ki, evet bilgiye çok rahat ulaşabiliyoruz ve bu da çok güzel bir gelişme ama bu süreçte bizi biz yapan yetenekler de aşınıyor. “Düşünmek, öğrenmek ve hatırlamak güçleşti” diyor. “Konsantre olamıyoruz, bir konunun derinine inemiyoruz ve yaratıcı fikirler çıkartamıyoruz” diyor. “İnternet, bize bilgiyi sunuyor ama bir yandan da dışarıya bağımlı kılıyor”, diyor.

Burada süregiden bir tartışma var. Carr gibilere şu anda birçok kişi tarafından “boomer” denip geçiliyor. Bu düşünce biçimine yönelik şöyle eleştiriler getiriliyor: Değişen hayata, teknolojiye direnmenin faydası var mı? Hele nimetlerden bunca yararlanıyorken? Hem teknoloji illa zararlı mı, öcü mü? Bu bakış açısı hep hâkim olsaydı aya fezaya gidilir miydi, internet çağına ulaşılır mıydı?

Yanlış sorular değil ama bence meselenin özünü ıskalayan sorular. Daha büyük bir konudan bahsediyoruz. Süreklilik çizgisini kıran bir konudan… Ateşin, dilin, yazının bulunuşu; toprağı sürüp yerleşik hayata geçiş gibi büyük bir değişimin eşiğindeyiz. Zekâmızı bir üst modele yükseltmeye uğraşıyoruz; bunu yaparken de dilden, yazıdan, yerleşik yaşamdan itibaren üç aşağı beş yukarı üzerinde yürüdüğümüz hattı terk ediyoruz. Yeni ve aydınlık bir yere, bir başka dünyaya çıkabiliriz elbette.

Ama Aldous Huxley’nin 1932 tarihli “Cesur Yeni Dünya”sına da çıkabiliriz. 

Huxley kült eserinde, teknolojinin sunduğu imkânlarla beraber kolay mutlu edilir ve ikna edilir hale gelmiş, hantallaşmış; eyleme gücünü, kabiliyetini yitirmiş bir toplum resmi koyar ortaya. Bu kolay yönetilen ve yönlendirilen bir toplumdur. Her idarecinin görmek isteyeceği bir toplum… Bir distopya.

Carr’ın “Sığlık”ında yer alan, eskisi gibi düşünemeyen, öğrenemeyen, hatırlayamayan, konsantre olamayan, yaratıcı fikirler çıkartamayan insanlar; bu distopyanın içine de rahatça yerleşmez mi?

3.

Bilgiyi hazır bulmak şüphesiz güzel. Bilgiye ulaşmanın yollarını bilmek de güzel. Ama onu öğrenmek de güzel. Üstelik bugüne kadar bu güzellikle geldik. Düşünerek, uğraşarak, konsantre olarak, arayarak… Okuyarak, yazarak, üreterek geldik.

Yeni hayata illa da negatif bakmadan ama bu konuları da hatırda tutarak yolumuzda ilerlememiz lazım. Belli ki her şeyin daha çok başındayız. 

Ama Carr’ın sorduğu türde soruların, yani internetin bizi aptallaştırıp aptallaştırmadığına benzer meselelerin öteden beri didiklendiğini de bilmek lazım.

Bakın Montaigne, meşhur “Denemeler”inde benzer bir hikâye anlatıyor. Uzunca bir alıntıya buyurun:

“Demokritos, sofrasına gelen incirleri yerken bir bal kokusu almış ve hemen bir araştırmadır başlamış kafasında, o güne dek incirlerinden almadığı bu koku nereden gelebilir diye. Merakını gidermek için kalkmış sofradan, incirlerin toplandığı yeri görmeye gitmek istemiş. Sofradan niçin kalktığını duyan hizmetçi kadın gülmüş: Boşuna vakit kaybetmeyin, demiş; incirleri bir bal çanağına koymuştum toplarken. Demokritos’un canı sıkılmış bu araştırma fırsatını kaçırdığı, bir merak konusu elinden alındığı için. ‘Hadi be sen de’ demiş hizmetçi kadına, ‘keyfimi kaçırdın; ama ben yine de bal kokusu incirde kendiliğinden varmış gibi nedenini araştıracağım.’ Böyle demiş ve yanlış, kendi varsaydığı bir etkiye doğru nedenler bulmaktan geri kalmamış.Ünlü ve büyük bir filozofun bu hikâyesi, sonunda bir kazanç umudu olmaksızın bizi seve seve bir şeylerin ardına düşüren araştırma tutkumuzu apaçık anlatıyor. Plutarkhos’un anlattığı buna benzer bir örnekte de adamın biri zevkini yitirmemek için kuşkulandığı gerçeğin kendisine söylenmesini istemez: Kana kana su içme zevkini yitirmemek için hekimin kendisini sıtmadan kurtarmasını istemeyen hasta gibi.” (Montaigne, Denemeler, İş Bankası Kültür Yayınları, Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu)

2500 yıl önce yaşamış Abderalı (bugünkü İskeçe civarı) Demokritos bir filozof, bilim insanı ve seyyahtı. Sokrates öncesi filozofların en bilinenlerindendi; Karl Marx onun üzerine tez yazmıştı. Maddenin yapıtaşı olarak atomları gösteren oydu.

Montaigne’nin anlattıklarına bakılırsa, Demokritos’un yapıtaşı da meraktı. Merakının perdelenmesine kızmış ve hiç rasyonel olmayan bir şekilde, yanlış sonuçlara gitme uğruna yine de aramıştı. 

Biz de yapay zekâya atomlardan geldik. İlla da rasyonel olmayan meraktan ve arama tutkusundan geldik. Her şey önümüzde hazır diye ondan vazgeçecek olursak kendimizden de vazgeçeceğiz demektir.  

Tüm yazılarını göster