Ülkemizde ve dünyada artarak devam eden doğa tahribatı sebebiyle “ekofeminizm” kavramını daha sık işitmeye başladık. Ekofeminizm için ekolojist feministlerin ürettiği, 1970’li yılların başında ortaya çıkmış bir görüş diyebiliriz.
Ekofeministler doğa tahribatını, ataerkilliğin, eril sömürünün, kapitalizmin, ekolojik krizin ve ırkçılığın bir uzantısı olarak görürler. Doğanın sömürüsü ile eril tahakküm arasında bir bağ olduğunu iddia ederler ve kadınlar ile doğanın birlikte özgürleşmesini savunurlar.
Çok da haklılar.
Çevre mücadelesinde kadınların öne çıkması boşuna değil. Yeşil Yol Projesi'ndeki Rabia Özcan'ı hatırlarsınız; elinde asasıyla taşa oturmuş, arkasında komando birlikleri, kendisine mahkemeden bahsedenlere “Kafayı mı yediniz? Ne mahkemesi! Mahkeme biziz! Mahkeme halktır!” diye nefes tüketiyordu. Ya da Bergama’yı hatırlayın, köylü kadınların akıllardan hiç çıkmayacak o mücadelesini... Edirne’deki Kıymet Peker'in parkı kurtarışını, Çeşme’de Remziye Saatli’nin zeytin ağaçlarını kurtarışını hatırlayın.
Çevresel sebeplerden kadınların erkeklerden daha fazla etkilendiği de araştırmaların sonucu. İngiliz bir feminist çevre örgütü olan Women’s Environmental Network’ün hazırladığı rapora göre, iklim değişikliğine bağlı sebeplerle her yıl 10 binden fazla kadın yaşamını yitirirken, erkeklerde bu sayı 4 bin 500. Yine, iklim değişikliği sebebiyle meydana gelen afetlerden dolayı göç eden 28 milyon insanın 20 milyonu kadın.
Burada hemen şunu belirtmek lazım; ekofeminizme gelen en büyük eleştiri, çevre mücadelesinin cinsiyete indirgenemeyeceği. Elbette indirgenemez. Çevre mücadelesi kadınlara özgü değildir. Ya da çevreyi yalnızca erkekler kirletmez ve çevre tahribatına yol açan karar mekanizmalarında yer alan kadınlar da vardır. Ekofeministler de indirgemeci bir yaklaşım içerisinde değiller zaten. Ekofeminizmin öncüsü olarak bilinen Françoise d'Eaubonne, tarım toplumuna geçişle birlikte erkeğin mülkiyetçi bir tutumla hem toprak-doğa hem de kadınlar üzerinde egemenlik kurduğunu, hem kadın bedenini hem de toprağın verimini kendi gücünü beslemek için birer araç olarak gördüğünü ileri sürüyor. Erkeğin gücünün istikrarı kadının üremesine ve toprağın altının ve üstünün mülke/paraya dönüşmesine bağlı olduğundan, artan nüfus ve azalan kaynak kıskacında dünyanın bir çıkmaza doğru ilerlediğini ve buna bir çözüm üretmek gerektiğini vurguluyor. Buradan hareketle ekofeministler, kadının insan hakkı mücadelesinin de çevrenin eril tahakkümden çıkmasıyla yükseleceğini, bu iki mücadelenin birbirini beslediğini ve dünyanın yaşanılabilir bir yer olması için bu iki mücadeleyi birlikte yürütmenin gerekliliğini dile getiriyorlar.
Bu noktada kaçınılması gereken tutumlardan biri de “özcü/essentialist” tutum. Yani, kadın doğal olarak/doğası gereği doğaya yakındır gibi bir bakış açısı yalnızca erkek-egemen zihniyeti aklamaktan ibaret olacaktır. Örneğin kadının doğası gereği barışçıl olduğunu, erkeklerin ise savaşa eğilimli olduğunu söylerseniz, erkeklerin savaş çıkarmasını “doğal ve olağan” hale getirmiş, bir nevi suç teşkil eden davranışlarını meşrulaştırmış olursunuz. Yani, eril tahakküm erkeklerin ve kadınların doğası gereği ortaya çıkan bir şey olmayıp, “ataerkillik” dediğimiz toplumun inşa ettiği bir yapıdır.
Ekofeminist yazar Karen Warren’ın ortaya koyduğu ekofeminizmin dört şartı bu yaklaşımı son derece iyi açıklar. Şöyle sıralayabiliriz:
1- Kadınlar üzerindeki tahakküm ile doğa üzerindeki tahakküm arasında düzenli bir bağ vardır.
2- Bu bağın mahiyetini anlamak, kadının ve doğanın tahakkümünü anlayabilmek için gereklidir.
3- Feminist teori ve pratik, ekolojik bir perspektif taşımak zorundadır.
4- Ekolojik sorunlara getirilen çözümler feminist bir bakış açısına sahip olmalıdır.
Ekofeminizm de kendi içerisinde ayrılıyor tabii. Kendini, sosyalist, radikal, kültürel liberal diye tanımlayan ekofeministler var. Bu tanımlara bu yazıda girmeye lüzum yok diye düşünüyorum. İlgi duyan araştırırsa kolayca ulaşabilir zaten. Zira, bu kısım biraz detaydan ibaret.
Ekofeminizmi anlatan çok iyi kitaplar da var. Bu kitapları basan yayınevlerinden biri de, özellikle kadınları yazmaya teşvik amaçlı kurulmuş Ayizi Yayınevi’ydi fakat yakın zamanda kapandı. Elbette ekonomik sebeplerle. Ciddi bir kayıp bana sorarsanız. Kadınları destekleyen bir siyasi mekanizmamız olsaydı, belki de böyle olmazdı. İnsanın aklına suç yuvalarına dönmüş vakıflara aktarılan paralar geliyor ister istemez. Diğer yanda da öyle güzel amaçlarla yola çıkmış ve kadınlara, geleceğe, bilgiye hizmet eden bir yayınevinin parasızlıktan kapanması… Utanç verici.
Altı da üstü de cennet bu ülkenin hızla talan edildiğinin hepimiz farkındayız. Dolayısıyla çevre mücadelesi bu ülke vatandaşlarının her biri için ilgi alanı değil bir zorunluluk olmalı diye düşünüyorum. Zira, geleceğimiz her anlamda tehlikede. Gelişmiş bir pratiğe sahip feminist mücadelenin de çevreci olması ülkeye muhakkak bir kazanç sağlayacaktır. Zaten dikkatli baktığımızda hem dünyada hem de ülkemizde kendiliğinden yeşil bir gidişat var gibi görünüyor. Şimdilerde, Kaz Dağları bu konuda hepimiz için bir sınav olabilir. Ne diyorduk; Kaz Dağları’nın üstü altından değerlidir.