Ceylan Özgün Özçelik: Kötülerin hep taşrada gösterilmesinden sıkıldım

Yönetmen Ceylan Özgün Özçelik ile "10 Saniye" filmini konuştuk. Özçelik, "Taşra ve kasabada kötüleri aramaktan, bir şeylerin hep oralarda gösterilmesinden çok sıkıldım" dedi.

Abone ol

DUVAR - Bergüzar Korel ve Bige Önal’ın başrollerinde yer aldığı “On Saniye” filmi, 31. Adana Altın Koza Film Festivali’nde izleyiciyle buluştu. Ceylan Özgün Özçelik’in yönetmen koltuğunda oturduğu film, ülkenin en prestijli lisesinde, bir öğrenci annesi ile rehberlik öğretmeni arasındaki gergin görüşmeye odaklanıyor.

Bergüzar Korel, Ceylan Özgün Özçelik ve Ziya Akbaş’ın ortak yapımcılığını üstlendiği "10 Saniye", 28 Ekim - 6 Kasım 2024 tarihleri arasında gerçekleştirilecek 37. Tokyo Film Festivali’nde uluslararası prömiyerini yapacak.

Ceylan Özgün Özçelik ile "10 Saniye"yi konuştuk. 

Ceylan Özgün Özçelik

 “10 Saniye”, Erdi Işık’ın aynı isimli tiyatro oyunundan uyarlandı. Filmin senaryo süreci nasıl gelişti? Uyarlama yaparken tiyatronun hangi unsurlarını sinemaya taşırken zorluk yaşadınız?

Erdi Işık, 2020 yılında bir tiyatro oyununa başlamıştı. Oyunun adı “10 Saniye”ydi. İki kadın ve tek mekanda, bir okulda geçiyordu. Ve nihayetinde sadece 5-6 kere oynanabildi. Çünkü pandemi dönemi, evlene kapandık. Erdi benim ilk uzun metrajım “Kaygı”yı izlemiş, “10 Saniye”yi bir filme çevirmek istediğini ve mümkünse benimle çalışmak istediğini çünkü atmosferik bir bağımsız film örneği olmasını rica ettiğini, böyle hayalleri olduğunu paylaştı.

Ben ilk okuduğumda tiyatro metniydi. O esnada Erdi senaryo çalışmaya başladı, dramaturglarda da çalıştı. Ben de yakında çıkacak bir belgeselim var, ona çalışıyordum, bitirmeye çalışıyordum. Sonra yeniden 2022'de bir araya geldik, bir araya geldiğimizde artık bu bir senaryoydu. Senaryoyu okurken zaten kafamda filmin bütün görsel dünyası oluşmaya başladı. Ama finali değiştirmek istediğimi, oyunun aynısı olmaması istediğimi söyledim çünkü biz birçok şeyi farklılaştırmaya çalışıyorduk. Tiyatronun aynısını çekmenin sinemada bir mantığı çok yoktu. Erdi de fikirlere açıktı.

Bergüzar’ın canlandırdığı karakter çok problemli bir karakter. Bir ‘sınırda anne’ (Borderline anne). Bir sürü oyun alanı yaratabileceğimiz, hem tehlikeli hem de ürkütücü ‘mükemmel anneyi’ önce derinleştirmek, ona çalışmak, nasıl oynayacağımızı, beni nasıl yöneteceğimizi anlamak için klinik psikolog Ebru ile yola çıktık. Önceki aşama oydu. Onunla birlikte sınırda annenin çeşitleri olduğunu öğrendik. Ebru bize birçok kitap önerdi; kitapları okuduk, özetledik. O özetleri ben ekiple de paylaştım, herkes o dünyayı daha iyi anlasın diye: Neden öyle bir kamera dilimiz olacak, neden öyle bir renk dünyamız olacak, neden öyle bir ses olacak filmde, neden çok flu olacak?

Nihayetinde de klinik psikoloğumuzla çalıştıktan sonra karakterleri inşa sürecine geçtik. Sıfırdan… Nerede doğmuştur, ilkokulda en sevdiği ders nedir? Hatırladığı en eski şey nedir? Birçok şeyi kurcaladık karakterlerle ilgili çünkü bizim uzun bir prova, birbirimizi tanıma, karakterleri tanıma ve inşa etme sürecimiz oldu. Dört aylık bir süreçten sonra da bir haftada filmi çekmemiz gerekiyordu yapımsal olarak ve bir haftada da çektik.

'FİLMDE MEKANIN ÜST SINIF BİR KOLEJİN İÇİNDE OLMASI ÇOK HOŞUMA GİTTİ'

Film, annelik, aile ve okul gibi kutsal kabul edilen yapıları da sorguluyor. Bu yapıları yıkmaya veya sarsmaya yönelik olarak nasıl bir yaklaşım benimsediniz? Bunu yaparken o psikolojik derinliği nasıl sağladınız?

Senaryoyu ilk okuduğumda, tiyatro metni halinde de o doneler orada vardı. Ne yazık ki sınırda annelik yaygın bir şey ve çocukları hiçbir zaman çok sağlıklı olamıyor. Çok ciddi bir yüzdesi kronik kaygı bozukluğuyla mücadele ediyor. Başka efektleri de olabiliyor. İşin kötüsü, mesela bipolardan şöyle bir farkı var. Bipolar, rahatsızlığının farkında ve bunun iyileşmesi için ilaç kullanıyor. Bunu iyileştirmek istiyor. Ama borderline söz konusu olduğunda, sınırda anneler hastalığını kabul etmiyor. “Sen hastasın, sen hastasın ama ben hasta değilim. Ben mükemmelim” dünyası. Bu aslında onları da intihar eğilimli bireylere dönüştürüyor. Kendini çok yüksekten var etmeye çalışan karakterler ama kendilerini yok ettiklerinin farkında değiller. Etrafı yok etmek zaten onun doğasına dönüşüyor.

Kutsallar… Artık çok uzun zamandır taşra ve kasabada kötüleri aramak, bir şeylerin hep oralarda olmasından, gösterilmesinden çok sıkıldım. Çünkü böyle bir şey yok. Şehirde de, her yerde var, hatta şehirde belki daha fazlası var. İstanbul'da bir kolej de olsa, Kastamonu'da bir devlet okulu, imam hatip lisesi de olsa çok benzer şeyler yaşanıyor içeride. Bunu ekonomik durumlar, ailelerin yarattığı olanaklardan bağımsız söylüyorum. Tabii film üzerinden konuşuyorum, gerçek hayattan bağımsız. Filmde mekanın üst sınıf bir kolejin içinde olması beni kalbimden vurdu, çok hoşuma gitti.

Başroldeki kadınların aslında ikisi de yine sınıfsal bakarsak, alt sınıftan geliyor ikisi de. İpek öğretmenin temel kaygısı geldiği köye geri dönmek, asla dönemez. Anne ise AKP sonrası zenginleşen bir adamın eşi. Karakter de repliklerde sürekli buna vurgu yapıyor, o da Bergüzar’ın eklemesiydi. Sürekli “Benim kocam 21 yıldır…” gibi. Yani bu AKP sonrasında zenginleşen bir veli profili, borderline annenin yanı sıra. Ama temelinde aynı yerden, aynı sınıftan gelmeleri konusunu biz inşa etmiştik. Bunu senaryoda nasıl yedireceğimizi de tam kestiremiyorduk. Ve o noktada Bergüzar hikayesiyle geldi. Robert Koleji’nin yerini bilir misiniz bilmiyorum, aşağıda bir gecekondu kısmı vardır. Karakter mesela işte orada bir yerde oturuyordur ve o kolejin formalarına aşıktır. Oraya girebilmek, o yüksek duvarların ötesine geçebilmek, o binaya ulaşabilmek istiyordur. Dolayısıyla iki oyuncu da çok şey kattılar.

Bu süreçte her şeyi Erdi’ye günlük raporluyordum. Bir itirazı varsa ilgilenelim. O da bazen onları besliyordu, bazen mücadele ediyorduk.

Oyuncu seçimi nasıl yapıldı?

Bu Erdi’nin hikayesi olduğu için oyuncu seçimini ona bıraktım. “Erdi, sen hayal ettiğin insanları benimle paylaş, sonrasında birlikte karar verelim” dedim çünkü oyunu o yazdı. Orada biraz geride durdum. Ekibi ben kurdum tamamen. Yapımcılarımız çok destekleyiciydi. Hep böyle bir özgürlük alanı sağlıyorlar, çok sağ olsunlar gerçekten. Bağımsız bile olsak kısıtlandığımız şeyler de oluyor ilginç şekilde.

'Bergüzar ve Bige nasıl olur?' noktasına gelene kadar farklı isimler konuşuldu tabii.

Bergüzar Korel'in bağımsız bir filmde ilk rol alışı sanırım?

İlk gün oturduk, ikisinden de inanılmaz etkilendim. İlk kez tanışıyordum ikisiyle de. Bige Önal'ın daha önce yer aldığı bir bağımsız filmi var, henüz yayınlanmadı. Bergüzar'a “Sen neden bugüne kadar bir bağımsız bir filmde rol almadın?” diye sordum. O da “Çünkü hiç teklif gelmedi” dedi. Ben buna inanamıyorum çünkü tiyatro da yapmış bir oyuncu Bergüzar. Çok disiplinli biri.

'SİNEMA KOLEKTİF BİR SANAT'

Film gösteriminin ardından oyuncular çekimler sırasında kendilerini tamamen size bıraktığını söylediler. Çalışmak nasıldı?

Çok sağ olsunlar. Evet kendilerini bıraktılar ama çok şey de kattılar. Üç kişi sürekli birlikte çalışıyorsanız, sadece birinin Allah gibi davranmasını sevmiyorum. Sinema kolektif bir sanat. Herkesin fikirlerini dinlemek zorundayız, eğer dinlemeyeceksek zaten sinema yapmayalım. Ben yönetmensem, ekibimi kuruyorsam o ekibi, oyuncuları dinlemeliyim. Sanırım Ömer Kavur'un bir sözüydü, “Oyuncu, canlandırdığı karakteri benden en iyi tanımalı.” Ben buna inanıyorum çünkü bir noktada tabii ki biz bir şeyleri yaratıyoruz ama onu besleyen, dönüştüren ve başka bir yere taşıyan o mesleklerin insanları oluyor. Oyuncuysa oyuncu, görüntü yönetmeniyse görüntü yönetmeni. Ben bir referans dünya sunuyorum. Oradan sonucu, o işi yapan kişi çıkartıyor.

Bizde biraz o durum oluyor, yönetmen sineması dediğimiz. Yönetmen sineması evet tabii ki var ama arkada da kocaman bir ekip ve oyuncular var.

''10 SANİYE', BİR SATRANÇ OYUNU, SÜREKLİ BİR HAMLE VAR'

Ülkenin en prestijli lisesinde geçen bir hikaye anlatıyorsunuz. Odada damalı zemin, dolu duvarlar görüyoruz. Mekan seçiminin filmin anlatımına olan katkıları hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Mekansal olarak inanılmaz büyülü bir bina ancak rehberlik odası için seçtiğimiz oda tabiri caizse dökülüyordu. Normalde romantizmle bakacağınız bir şey bu ama filme hiç uygun değildi tabii. Çünkü filmde burası üst sınıf bir kolej. Gerçi hani üst sınıf kolej olsa da dökülebilir çünkü bunlar tarihi yapılar ve bu çok doğal. Biz mekanı kurarken içini yenilemişlerdir gibi hissettik. İpek öğretmenin de bir katkısı vardır diye kurduk karakteri. Yıllardır orada ve sözü de geçiyor İpek'in, sadece öğretmen gibi değil.

Odayı bayağı sıfırdan yaptık; zemin, duvar, her şeyi... O alanı dönüştürürken benim kafamda hep şu vardı: Bu film bir satranç oyunu. Sürekli bir hamle var. Ama karakterlerimiz piyon değil, onlar oyun kurucu zaten. Şah mat durumu yani biraz. Zeminin mutlaka satranç zemini olmasını istiyordum. Rehberlik odası evet okulun bir parçası ama Bige'nin karakterinin (İpek öğretmen) getirdiği kendi dünyası oraya nakşedilmeliydi. Kolejlerde rehberlik odaları da gezdik. Öğretmenler odalara kendi dünyalarını koyuyorlar; çok fazla şey asıyorlar, çok fazla şeyle duvarları süslüyorlar. Masalar, şunlar bunlar her şey onları yansıtıyor. Oradan yola çıkarak biz de tamamen o dünyayı, öğrencilerine son derece güven vermeye çalışan öğretmenin odasını kurduk.

Seste de bunu yapmaya çalıştık ama bir yerden sonra seste sinir bozucu bir evreye geçme isteğimiz oldu ve yaptık.

Kadrajlar da aslında alışılagelmiş kadrajların dışındaydı.

Onu da ikinci oda çok sağladı bize çünkü film aslında tek odada geçiyordu, rehberlik odası sadece. Fener Rum Lisesi'ne girdiğimizde, odada bir kitaplık vardı duvar boyunca ve arkasında bir kapı fark ettim. Dedim ki “Bunun arkasında ne var?”. “Bir kapı var, yan odaya geçiyor” dediler. Ben de “Bir görebilir miyiz?” dedim. Kitaplıkları kaldırdık, bir açtım kapıyı ve filmde gördüğünüz odayı gördüm. Odaya girdiğimde, “Biz bir şeyleri de buraya taşımalıyız, nasıl taşıyacağız?” dedim. Orayı da değiştirdik ama tepeden tırnağa değil.

Mekanın getirdiği şeye çok inanıyorum ben. Mekanın ruhu, kamerayı da etkiliyor. Biz mekanı da erken bulduğumuz için, mekanda çok prova yapabildik. Bize, senaryomuza da katkısı oldu mekanın.

'SİNEFİL OLARAK DAHA RİSK ALAN, TERS KÖŞE YAPAN FİLMLERİ SEVİYORUM'

Filmde Nuri Bilge Ceylan ile ilgili esprili bir replik geçiyor. Ceylan'ın 31. Adana Altın Koza Film Festivali'nin jüri başkanı olduğunu öğrendikten sonra tepkiniz ne oldu?

Ben güldüm şahsen, bir yandan da çok hafif üzüldüm itiraf etmem gerekirse çünkü onun sinemasıyla benim sinemamın hiçbir ilgisi yok. Bazı sinemacılarımız doğal olarak Nuri Bilge'den çok etkileniyor, ona yakın bir sinema yapmaya çalışıyor. Ben türe yapabilirim, ne katabilirim diye sürekli düşünüyorum. O tip bir drama, duru sinema çok hayran olduğum bir tür değil. Yönetmenlikten bahsetmiyorum, bir sinefil olarak mutlaka bir hareket istiyorum ben. Sinefil olarak daha hareket eden, daha risk alan, ters köşe yapan filmleri daha çok seviyorum. Mesela çok çılgın bir korku filmi tutkunuyum. Çünkü korku filmlerinin dramalardan çok daha politik olduğunu ve her konuyu böyle küçük küçük kurcaladığını düşünüyorum. Sinema tarihinde de en sevdiğim filmler ya deneyseldir, ya korkudur. O yüzden jüri başkanlığını duyunca bir parça buruldum.

Filmdeki replik kısmı da şöyle oldu. Erdi'nin senaryosunda anne karakteri, “Gidersin o küçücük taşranda varoluş sancısı çekersin” diyordu. O kadardı bu arada, sonra başka şeyler vardı. Sonra ben çalışırken “Bu anlattığı bayağı Nuri Bilge karakteri aslında. 'Nuri Bilge de filmimi çeker mi?' desen” dedim. Hoşumuza gitti, bir mizah unsuru olarak koyduk. İkinci odaya geçtiklerinde zaten biraz mizah giriyor filme çünkü orada aralarındaki tartışma cat fight'a dönüyor. Biraz mizahı da kullanmak istedik.

'2024 YILINDAYIZ, KADINLAR VE KUİRLER DE İYİLER'

Filmde kadın karakterler merkezde. Filmin yanı sıra bu yıl festivalde de az da olsa yönetmen kadınların filmlerini de görme şansımız var. Bunun hakkında ne söylemek istersiniz?

Geçen sene daha fazla vardı, 5 taneydi yanlış hatırlamıyorsam. Bu sene 3 kadın yönetmeniz ama dört görüntü yönetmeni kadın. Bunu çok kıymetli buluyorum çünkü bu festivaller tarihinde hiçbir şekilde olmadı. Bu Türkiye'de olmadı değil, dışarıda bile araştırılabilecek bir şey çünkü o kadar olmuyor yarışma filmlerinde. Üç tane falan olmuştur belki ama dört gerçekten iddialı. Gerçekten o anlamda kıymetli buluyorum.

Eleştiri noktasına gelirsek; saygıyla, sevgiyle, yüzlerine de söylediğim için gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum. Mesela filmde erkek bir kadroyu izlemek tamam çünkü böyle bir hikaye anlatıyorsunuzdur. Bu nedenle filmde hiç kadın görmemek de tamam. Ama eğer böyle bir film yapıyorsanız sadece erkek cinsiyeti olmadığını, farklı cinsiyetler, farklı kimlikler olduğunu da göz önüne alarak arkada o zaman kadın ve kuirleri çalıştırmanızı naçizane öneriyorum değerli meslektaşlarım. Direkt konuştum ama bu konuda çok tatlı olamıyorum. Siz arkaya da tamamen erkek koyduğunuzda “Biz başka cinsiyet ve kimlikleri tanımıyoruz” diyor bu, net bir şekilde bunu söylüyor. Bunun ödüllendirilmesine de karşıyım ben. Ama ödüllendirilecek mesela bunlar, buna üzülüyorum. Artık 2024'teyiz ve lütfen kadınlar, kuirler de çok iyiler. Neyin peşindesiniz?

İzleyicilerin filmden hangi duygu veya düşünceyle ayrılmasını istersiniz?

Sersemlemesini isterim. Bizim filmdeki temel motivasyonumuz gerçekten seyircide bir tansiyon yaratmak, onu germek. Filmin ilk kısmında gülüyorsa, sinirleri bozulduğu için gülmesi, diken üstü olması...

Film zaten 70 dakika, kısa bir süresi var ama onun da nasıl geçtiğini anlamamasını isterim. Kurguyu da tamamen o dünya üzerine kurduk. Müziğin, sesin ve rengin de bu filmin anlatısında senaryo kadar, belki bazen senaryodan daha fazla bir şey söylemesine çalıştık. Ne anlattığımız her zaman çok önemli ama neyi, nasıl ya da kimlerle anlattığımız da çok önemli.

'HEMEN SEYİRCİYLE BULUŞMAK İSTİYORUM'

Filmin festival yolculuğu devam edecek mi?

Buradan Tokyo'ya gideceğiz, uluslararası prömiyerimizi yapacağız. Başka başvurularımız var, onların sonuçlarını bekliyoruz heyecanla. Vizyona da bu yıl girsin istiyorum, çok bekletmek istemiyorum. Çünkü biliyorsun, bağımsızda çok bekliyoruz, bir manası olmuyor. Hemen seyirciyle buluşmak istiyorum.

Adana Altın Koza Film Festivali'ne neredeyse 20 yıldır geliyorum ama ilk kez filmimle buradayım. Çok başka bir şeydi. Seyirci gerçekten salonu doldurduğu için, Bergüzar ve Bige'nin etkisi büyüktür bunda tabii ama o duygu da çok güzeldi. Filmi kocaman bir salona anlatıyor olmak güzeldi. Burada buluştuğumuz için gerçekten mutluyum.

Ulusal Film Festivali'nin jüri başkanını öğrenince çok küçük bir hayal kırıklığı oldu çünkü Nuri Bilge'nin ne kadar baskın bir karakter olduğunu biliyoruz. İlk başta diğer jüri üyelerine bakmadım mesela. Sadece Nuri Bilge'nin karakterinin baskınlığını bildiğimiz için söylüyorum bunları, bir şekilde etkiliyor çünkü herkesi. Onun aurasına kapılıyor herkes. Bunlar beni bu ülkede üreten bir sinemacı kadın olarak bir parça düşündürdü. Ama iyi ki Altın Koza'dayız, iyi ki başka bir festivali beklemedik. Çok mutluyum.

Gelecek projeleriniz hakkında biraz ipucu verebilir misiniz? “On Saniye” sonrasında neler izleyeceğiz?

Şöyle, benim “Hiçbir Şey Normal Değil” diye bir belgeselim var. Hibrit bir belgesel. Bir eko otelin hikayesi, bir mekan hikayesi anlatıyor. Ekim sonunda prömiyerini yapacak dışarıda. Onun da yolculuğu çok hızlı olacak. Umuyorum burada da 2025 Nisan falan gibi belki seyirciyle buluşacağız. O da böyle absürt ve çılgın bir şey. O yüzden çok heyecanlıyım herkes ne düşünecek diye.

Hem ana yapımcı olduğum hem senaryosunu yazdığım hem de yönettiğim yeni bir film var. Bakanlık desteği aldık. Her şey yolunda giderse Şubat'ta sette olacağım ve ilk kez kara komedi yapacağım. Çok heyecanlıyım.