Ceza yasasına karşı özgürlüğün sanatı: Artemisia Gentileschi’den Şahmeran Davasına
Şubat ayının 21’inde, Şahmeran ve Kâbe figürlerini bir arada işleyen bir sanat eserini sergilemekten dolayı Boğaziçi Üniversiteli yedi öğrencinin yargılandıkları davanın karar duruşması görülecek.
Kutsal bönlükten de koru kendini!
Bön olmayan her şey kutsallık dışı
görünür onlara; ateşle oynamayı da severler-
insanların yakıldığı ateşlerle...(1)
Sonsuzluğun Portresi isimli eserinde Cemal Bâli Akal’ın aktardığına göre Marcel Mauss, yasanın tüm toplumlarda sanat diye adlandırılabilecek her türlü etkinlikle ilişkili olduğunu yazar: “Çünkü ikisinin kaynağı da toplumdur, ikisi de toplumu anlatır; bambaşka yerlerden bakarak.” Her ikisi de kurgu olmak bakımından ortaktır. Ancak sanat, dirimsel olanın canlılığını imleyen yaratıcı bir kurguyken, yasa bir çokluk olarak yaşamı Tek’e indirgemeye yönelen farklılıkları budayıcı bir kurgudur. Tam da bu nedenle, yasa ile sanatı bir antropoloğun gözünde yan yana getiren bakışa karşılık yargıç ile sanatçı duruşma salonlarında sıkça karşı karşıya gelmiştir. Özgürlük ile güvenlik arasındaki gerilim gibi, yargıç ile sanatçı arasında her daim canlı bir düşünsel gerilimin mevcut olduğu pekâla ileri sürülebilir. Din, aile ya da devlet; yasanın meşrulaştırmaya yöneldiği her türlü hakimiyet ilişkisini sanatın yaratıcı-yıkıcı doğası tehdit etmiş, ‘başkası olamaz’ mantığının karşısına sanatçının yabanıl ve meraklı istenci dikilmiştir. Her çağda, yapılanma olarak hakimiyet ve zihniyet olarak onun hakikatinin karşısında kadınlar, köleler, suçlular ve yoksullar olmuştur ve suç-ceza bağının altına oturtulan değerler onları ilgilendirmez; kaldı ki bunlar da sonsuz değil görecedir ve sürekli değişir.(2)
17.yüzyılın İtalyan kadın ressamlarından biri olan Artemisia Gentileschi’nin eserleri ve hayatı, erkek egemen zihniyet ve onun hakimiyet aracı olarak hukuk ile çarpıcı bir karşılaşmanın izlerini taşır. Gentileschi, 1611 yılında, yeteneğinin geliştirilmesi, eğitilmesi için babası tarafından davet edilen bir ressamın tecavüzüne uğradığında on sekiz yaşındadır. Akal’a göre, “bu olay ve dava sürecinde karşılaştığı aşağılayıcı muamele- muayene, doğru söyleyip söylemediğini anlama bahanesiyle uygulanan fiziksel şiddet, hukukçuların her daim ataerkil kalan dar kafalılığı-“ Gentileschi’nin eserlerine radikal bir ‘kadınlık konumu’ kazandıran unsur olacaktır. Yargılama sonunda mahkum edilen tecavüzcü ressam Agostino Tassi’nin cezası, Papa’nın gözde ressamlarından biri olması nedeniyle infaz edilmez. Oysa bundan yalnızca yaklaşık on yıl önce bir başka Papa, kendi maddeci evren tasavvurunu geliştirmiş olan değirmenci Dominico Scandella’nın infazını bizzat talep ediyordu: ”Yüce Efendimiz adına, korkunç ve iğrenç aşırılıkların cezasız kalmaması, tersine adil ve sert bir cezayla o bölgelerde diğerlerine de ibret olması için, davanın ciddiyetinin gerektirdiği ihtimamı bir an bile elden bırakmamanız gerektiğini size bildiriyorum. Bu nedenle cezayı davanın ehemmiyetinin gerektirdiği hız ve kararlılıkla infaz etmekte tereddüt etmeyin. Bu efendimizin kesin isteğidir.”(3) Kilisenin dogmalarına aykırı felsefi ve bilimsel düşüncelere sahip olmak ve bunları cesurca ifade etmek nedeniyle aynı yüzyılda diri diri yakılanlar arasında Giordano Bruno ve Cesare Vanini de vardır. Hakimiyet ve onun sözde hakikatinin saçmalığını ifşa eden bu Natüralist sapkınlar, tıpkı din devleti olmaya meyleden her yapılanmada olduğu gibi, kamu barışı için bir tecavüzcüye kıyasla daha tehlikeli bulunur. İnfaz sırasında konuşamaması için Bruno’nun yüzüne demir maske geçirilmesi, Vanini’nin ise dilinin kesilmesine karşılık, bırakın benzer bir vahşetin tecavüzcü ressamın suça konu organına uygulanmasını, salıverilmesi gerçeği karşısında şu muzip soruyu sormamak mümkün müdür: Sahi, siyasi iktidarın da ‘şeyi’ olabilir mi?(4)
Bu soruya bir cevap verebilmek için önce siyasi iktidarın çıplaklığını örten meşruiyet perdesini kaldırmak gerekir, tıpkı Gentileschi’nin yargıyla olan bu somut karşılaşmasının düşünsel izdüşümü olan Susanna ve Yargıçlar isimli tablosunda yaptığı gibi. “Gentileschi, Eski Ahit’in Daniel kitabında anlatılana göre Suzanna’ya tecavüz etmek isteyen ve bunu başaramayınca onu mahkum ettirmeye çalışan yargıçları, davada karşılaştığı ataerkil hukuk sistemini ve hukukçuları hatırlayarak çizmiş olmalıdır.”(5) Cadı olarak yakılanların şu bildik ve trajik hikayesi. Hobbes’un modern devletin ruhu olarak adlandırdığı egemenlik kavramının mucidi olan ‘umumi amme hukukçusu’ Jean Bodin’in, aynı zamanda bir cadı avcısı olduğu ve cadıların kovuşturulması üzerine koca bir kitap yazdığını hatırlamak ilginç olacaktır. Kendisini kökenden mutlak bir kopuşla tarif eden bir çağın, yani modernitenin, şiddetin silinemez damgasını taşımasının bir başka örneğidir bu. Söz konusu olan kadınların, yoksulların ve suçluların, kısacası eşitsiz iktidar ilişkilerinin dezavantajlı konumunda bulunan her daim cezalandırılanların yakından tanıdığı şiddettir. Egemenlik ya da başka bir söyleyişle: Yasal şiddetin ‘sürekliliği.’
Gentileschi’nin yargı erkiyle bir başka karşılaşması ise ölümünden sonra, Eğilim isimli eseri aracılığıyla gerçekleşir. Eser, Michelangelo’nun Firenze’deki evi Casa Bounarroti’yi müzeye çevirirken verilen sipariş üzerine 1616 yılında evin tavanına yaptığı yağlı boya tuval resmidir. Resimde bir bulut üzerinde oturan ve elinde bir pusula tutan genç ve çıplak bir kadın tasvir edilmiştir. “Resmin yapılmasından elli yılı aşkın bir süre sonra erkek karar vericiler, Gentileschi’nin sanat anlayışına ve kadına bakışına hiç de uygun olmayan bir biçimde, oraya gelen kadın ve çocukların utanma sıkılma duygusunu kaybedecekleri gerekçesiyle resmi fazla çıplak bulur ve nihayetinde 1684’te ressam Baldassare Franchescini’den resmi sansürlemesi istenir.”(6)
Dinin, toplumun ve devletin insana giydirmeye çalıştığı örtülerden kurtulmak gerektiğini düşünen İngiliz ressam ve şair William Blake için, Gentileschi’nin resminin çıplaklığını örten bu sansürcü anlayışın ‘budalaca bir üçkağıtçılıktan’ başkası olarak görülmeyeceği açıktır. Mary Wollstonecraft’ın dilimize Yaşama Dair Öyküler olarak çevrilen kitabını resimleyen Blake; evlilik kurumu, cinsellik, kadınların durumu gibi konularda Wollstonecraft ile benzer eleştirel düşüncelere sahipti. Charles Swinburne’e göre “Blake,- eğer gerçekte ikisi aynı şey değilse- sanata hizmet etmeyi ve özgürlüğü sevmeyi insanın yaşamına ve çabasına değer iki şey olarak görüyordu."
Cennet ile Cehennemin Evliliği kitabında “Hapishaneler hukukun taşlarıyla inşa edilir, genelevler dinin tuğlalarıyla.” diyen Blake, 6 Haziran 1780 tarihinde, henüz 23 yaşında, Newgate hapishanesine saldıran gruba önderlik ederken hukukun dayandığı düşünsel ve ekonomik temellere de saldırdığının farkında olmalıydı. Baskında 107 mahkum firar ettirilmişti. Newgate’e yapılan saldırının bir tanığı, hapishanedeki yangını, civardaki bir evin çatısından tıpkı bir tiyatro eseriymişçesine seyretmek için altı peni ödemişti. “Burada, hapisten çıkmanın yeni biçimlerini gördüm. Mahkumlar, prangaların birbirine çarpmasından oluşan müzikal orkestra eşliğinde savaşçı bir ruh haliyle yürüyorlardı.”(7)
Yasanın donuk yüzüne karşılık mahpusların ‘ateşli’ özgürlük orkestrası. Tıpkı hapishane duvarları gibi, sanatın kendi içine hapsolmuş kurumsallaşmış yapısı alaşağı edildikten sonra, William Blake ya da Jack Sheppard, değişen yalnızca sanat ediminin içeriği olacaktır. Müesses nizamın sadık koruyucuları olan yargıçlar, cellatlar ve gardiyanlar tarafından kuşkuyla izlenen özgürleştirici bir sanat edimidir söz konusu olan. “Polisle kasabın arasından kibarca geçip rezaletten, darağacından ve tımarhaneden korkarak yaşayanların”(8) yüzlerine budalalıklarını vuran ‘günahlar kadar sağlıklı’ bir edim.
Ancak ne yazık ki, yasa ve sanatın karşı karşıya geldiği bu çarpıcı örneklerle yalnızca sanat ve hukuku bir arada ele alan eğlenceli kitapların pek az yıpranmış sayfalarında karşılaşılmamaktadır. Önümüzdeki Şubat ayının 21’inde, Şahmeran ve Kâbe figürlerini bir arada işleyen bir sanat eserini sergilemekten dolayı Boğaziçi Üniversiteli yedi öğrencinin yargılandıkları davanın karar duruşması görülecek. Öğrenciler hakkında 2021 yılında düzenlenen iddianamede savcı, Türk Ceza Kanunu’nun halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunu düzenleyen 216.maddesinin birinci fıkrasını sevk maddesi olarak göstermişti. 27 Eylül 2024 tarihli 11.celsede verilen esas hakkındaki mütâlaada ise, hukuka aykırı olarak başvurulan bilirkişi raporundaki çarpık akıl yürütmelere uygun bir biçimde, dini değerleri alenen aşağılama suçundan cezalandırılmaları isteminde bulunuldu. Bilirkişi raporunu hazırlayan sosyologlara göre Şahmeran, günahın sembolü ve şeytanın temsiliydi. Bu temsilin, LGBTİ+ sembolleriyle birlikte Kâbe üzerine eklenmesi “İslam dini bakımından haram kabul edilen şeylerdi.” Resmin altında yer alan açıklamada; kadınlara yönelik toplumsal düşmanlığın en büyük motivasyonunun bir kurgu olarak din olduğunun, toplumsal cinsiyet baskısının bireyleri kendi öz cinsiyetlerine yabancılaştırdığının ifade edilmesinin ise dini değerlerle bağdaşması mümkün değildi. Rapora göre, dini değerleri alenen aşağılama suçu, halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunun aksine, soyut tehlike suçuydu ve bu nedenle kamu barışında meydana gelen tehlikeliliğin somut olarak ortaya konmasına hiç mi hiç gerek yoktu.
Bu nedenle sanat sergisi düzenlemekten ibaret olan fiilin ‘kamu düzeni bakımından açık ve yakın bir tehlike’ meydana getirmemekle birlikte, ‘kamu barışını bozmaya’ objektif olarak elverişli olduğu varsayıldı. Hayal gücünün ve bedenlerin baskıyla kuşatılmasına barış adı verilecekse, insanlar için barıştan daha sefil bir şey varmış gibi.(9)
Varsayımlara dayanan soyut bir tehlikeliliğin objektif olup olamayacağını varsın mantıkçılar ve felsefeciler tartışsın. Bu, hasbelkader bir hukukçu olarak benim altına girebileceğim bir yük değil. Ancak yine de, yazının kalanının siz okuyucuya talaş tadı vermemesi adına davanın teknik ayrıntısını anlatmayı bir kenara bırakacağım. Başka bir yazıya konu olmayı hak edecek denli geniş bir mesele bu. Hem, bu davada, adeta boş arazide define aramaya benzeyen bir tavırla, ceza yasasında suç arayan hakimiyet mantığını şimdiden anlatabildiğimi zannediyorum. Mantık kurallarını ve modern ceza hukukuna hakim olan tüm ilkeleri görmezden gelen saldırgan bir tutumla, altına hücum eder gibi!
Kuşkusuz devletin bu tutumu sebepsiz değil. Din ve toplumsal cinsiyet rollerini eleştirel bir yaratıcılıkla işleyen bir sanat eserini, üniversitelerine doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanan kayyum rektöre karşı düzenledikleri protestolarda sergileme cüretini gösterenlerin kovuşturulmasının sembolik bir tarafı var. Çünkü din, aile ve devlet; üçü de aynı hakimiyet mantığının yüzeyde farklılaşan tezahürleridir ve nihayetinde her biri, çıplak güç ilişkilerini perdeleyen kurgusal meşruiyetlerini kutsal hakikatlere dayandırırlar.
Bu hakimiyet mantığına karşı tutarlı bir tavrı örmek ise dayandıkları değerlerin yerlerini yenileriyle ikame ederek değil, ancak kuşkucu ve göreci bir tavrı sürekli kılmakla mümkün olabilir. Bu, sanatçının tavrıdır; modern ya da değil, her türlü teolojiyi reddetmektir. Dünyevi olanı aşkın ve donuk gönderme odaklarına göre yargılayan ahlakçı ve yasacı anlayışı, yaşamı estetik bir fenomen olarak kavrayan içkinlikçi bir düşünceye terk etmektir. Böylece sanatın kendi içine hapsolmuş kurumsal kavranışından sıyrılıp sanatçıyı sosyallik ve dolayısıyla her şeyi kuşatan tabiatın içinde özerkleştirmek mümkün olabilecektir. “Bu, hayal gücünün en büyük armağanıdır; zararlı bir hayatın, kederin, korkunun ve güçsüzlüğün nedeni olan şu başka hayal gücüne karşı bir ittifaktır: Cezalandıran ve ödüllendiren bir Tanrı’yı hayal eden, bedenlerin kederli pasifliğinden, güçlüler ve teolojik hurafe karşısında gönüllü kölelikten hoşlanan bir Tanrı’yı hayal eden şu başka hayal gücüne karşı…”(10)
NOTLAR:
(1) Friedrich Nietzche, Böyle Buyurdu Zerdüşt. Yaratanın Yolları Üzerine
(2) Cemal Bali Akal, Spinoza ve Sürekli Demokrasi
(3) Carlo Ginzburg, Peynir ve Kurtlar
(4) Bkz. Cemal Bali Akal, İktidarın Üç Yüzü içinde Siyasi İktidarın Cinsiyeti
(5) Cemal Bali Akal, Sonsuzluğun Portresi: Spinoza ve 17.Yüzyıl Hollanda Resmi
(6) A.g.e.
(7) Peter Lınebaugh, Londra İdamları
(8) Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği
(9) Politik İnceleme VI,4’te Spinoza şöyle yazar: Köleliğe, barbarlığa ve yalnızlığa barış adını vereceksek, insanlar için barıştan daha sefil bir şey yoktur (...) barış savaştan azade olmaktan değil, ruhların birliği ya da uyumundan ibarettir. Diego Tatian, Yabanın ihtiyatı
(10) Diego Tatian, Dünya Sevgisi