Cézanne’ın dağı, Sisifos’un çilesi, hem tanıdık hem yepyeni 

Neden Cézanne gibi dev bir ressam, takıntılı bir şekilde aynı dağı resmedip durdu? Yeteneğinin ve mesleğinin zirvesindeydi; birçok başka resim yapabilirdi. Yeni ve farklı resimlerle ticari açıdan ciddi yol alabilirdi. Bunu yapmadı. Neden? Tekrar üzerine bir düşünelim…

Yenal Bilgici yenalbilgici@gmail.com

1.

Dağın eteğine yerleşmiş şehirlerde bir başka hava vardır. Ölçüsü farklıdır oraların; algısı, mesafesi farklıdır. İnsanı da düzde, sonsuz ufuklarla yaşayanlardan farklıdır. Yanı başında bir devle yaşayıp gitmek insanda iki kalıcı his bırakır. Hep izleniyormuş hissi… Ne olursa olsun sığınacak bir yer olduğu hissi… Aile gibi. 

Fransa’nın güneyinde, Marsilya’ya yarım saat mesafedeki üniversite şehri Aix-en-Provence da işte böyle bir dağın başındadır. Kireçtaşından Sainte-Victoire dağı, yüzyıllardır eteklerindeki bu tatlı şehirde yaşayan insanları gözler durur. Yakındakileri kollar, uzağa gidenleri geriye çağırır. Hep bir arada kalmak ister. 

Bu şehrin has evlatlarından, ressam Paul Cézanne (1839-1906) uzaklara gidenlerdendir. Üniversiteyi dahi kendi şehrinde okumasına rağmen, kasabalara sığmayacak yeteneği onu Paris’e sürüklemiştir. Büyük şehrin Cézanne’a çok iyi davrandığı söylenemez; Fransız resmini yirminci yüzyıla taşıdığı kabul edilen bu büyük ressam, nihayet tanınırlığa ulaşana kadar epey hırpalanmıştır.

Cézanne, belki de bu yüzden Saint-Victoire dağının çağrısını açık seçik duyabilmiştir ve ona cevap vermiştir. Yıllar sonra sevgili kasabasına geri dönmüş, atölyesini orada kurmuştur. Cézanne, şövale başında ölen ressamlardandır; sonu gününe dek hırsla çalışmıştır. Yıkananlar, kâğıt oynayanlar, manzaralar ve nihayet Saint-Victoire…  Doğduğu kasaba Aix-en-Provence’da geçen son yıllarında, büyük ressam, bu çok sevgili temalarını tekrar tekrar, bıkıp usanmadan resmetmiştir.  

Ama en çok Sainte-Victoire’ı… Her şeye hâkim, arayan, bekleyen, kollayan, o dağı. Cézanne, Saint-Victoire’ın seksene yakın resmini yapmıştır. Yazda, kışta, çıplak, yeşil, tropik, kübist… Dağın gölgesinde, dağla baş başa, onun sesini dinleyerek, ona kendi sesini duyurarak… O kadar ki, Alman şair Rilke, “Musa’dan beri hiç kimse bir dağı bunca görkemle görememişti” demiştir. 

Cézanne, Sainte-Victoire’ın yanında bir başka dağ gibi yükselmiştir. 

2.

İyi de neden Cézanne gibi, artık bilinirliğe ulaşmış, aranan bir ressam, takıntılı bir şekilde bir dağı resmedip durdu? Yeteneğinin ve mesleğinin zirvesindeydi; birçok başka resim çizebilirdi. Çizdiği yeni ve farklı resimlerle ticari açıdan ciddi yol alabilirdi. Bunu yapmadı. Neden? 

Bu soru zihnimi kurcalıyor. Bunu bir tuhaflık olarak gördüğümden değil, nedenini anlamaya çalışıyorum. ‘Tekrarlamak’ üzerine düşünüyorum bir süredir. Tekrardan yoksun olmamızı bu çağın eksiklerinden biri olarak görüyorum. Her şey çok yeni, her şey çok fazla. Bir konuyu ikinci defa düşünmeye, bir filmi yeniden izlemeye, bir kitabı tekrar okumaya vakit yok. İşini, sanatını tekrarlayanlara enayi gözüyle bakılıyor. Hep yeni şeyler söylemek lazım. Bu çağ bize bunu tavsiye ediyor. Ediyor etmesine de hep yeni şeyler söylemek yoruyor. Üstelik bana göre, yenilik, yepyenilik, herkese, hepimize, her an iyi gelmiyor.

Birçok sanatın temelinde, işleyişinde ve yürüyüşünde tekrar var. Hele Doğu’da… Sanatçılar, büyük ustaların idealize ettiği sanatı, tekrarla ve taklitle yeniliyor. Yeniden üretiyorlar. İçlerinden bazıları kabına sığmıyor, sınır tanımıyor. O, yeni bir ideal koyuyor, yeni bir çağ açıyor. Bu defa onu tekrarlıyorlar.

Yine de Cézanne başka… Kendi sınırların tekrarla genişleten, kendi koyduğu çıtanın yerini sürekli değiştiren, neticede kendini bir anlamda tekrarlayan biri. Ama neden? Neden o da tekrara ihtiyaç duyuyor? Ressamı inceleyen, neden tekrara başvurduğunu araştıran yazılar okudum. Cézanne’ın bu tekrarla bir uyum ve ritim ürettiğini söylüyorlar. Benim bundan anladığım, bir tür denge. Hem bir süreklilik ve görsel tutarlılık hem de yeni bir bakış üretmeye çalışıyor. Kendi iç dengesini doğada kurmayı deniyor. Ya da tam tersini, doğadaki dengeyi kendi içinde kurmayı… Her defasında farklı bir açıyla… Yeni Türkü’nün ‘Aşk Yeniden’ininde apansız gelen aşkı tarif etmek için şu sözlere başvurulmuştu: Hem tanıdık hem yepyeni… İşte tam da bu.

Dağ binlerce yıldır orada. Değişiyor. Yenileniyor. Cézanne oradan kısa bir süre için gelip geçiyor. Deniz kenarında doğmuş da olabilirdi; o zaman başka sesler, başka çağrılar duyacaktı. Bir başka arayışa koyulacaktı. Cézanne dağın dibinde doğdu. Kendini bildi bileli eteklerinde oturduğu dağın dengesini yakalamaya çalışmak, bu kıratta bir sanatçı için emsalsiz bir arayış, büyük bir çaba. Geriye kalanlar içinse müthiş bir deney. 

3.

Tekrar, edebiyatta da var. Nice büyük yazar aynı temalara, aynı kişilere dönüp duruyor. Murakami’nin kedileri hep kaybolur, Orhan Kemal’de onlarca kötü kişiyle karşılaştıktan sonra hep altın kalpli bir işçi abi iki üç sayfalığına yüreğimizi ısıtır, Paul Auster’de hep birdenbire büyük bir tesadüf yaşanır.

Hele Orhan Pamuk’ta…  Veba Geceleri’ni okuduktan sonra Goodreads’te gezinirken, Sine isimli kullanıcının çok tatlı tarifine rastlamıştım: 

“Minik bir Orhan Pamuk Kitap Kulübü kurup, ‘Orhan Pamuk drinking game’ geceleri organize edesim var. Her köpek çetesi belirdiğinde, her ‘bazan’ dendiğinde, her yeni evli çift sevişmesinde birer küçük shot; Orhan Pamuk bir karakter olarak belirdiğinde üçer shot!”

Tekrar çoğu kez bir konfor alanıdır. Hem yazar hem de okur için… 

4. 

Dedim ya, bir süredir tekrar üzerine düşünüyorum. Ben ona olumlu nitelikler atfediyorum; mitoloji ise bu işe öyle bakmıyor. Tekrar, Yunan mitolojisinde bir eziyet biçimi. Kayaya bağlanan Prometheus'un karaciğerini her gün Zeus’un gönderdiği kartal yer; gündüz yenen karaciğer akşama yeniden büyür; ertesi gün döngü tekrarlanır.

Ya o zavallı Sisifos? Kocaman bir kayayı dağın zirvesine taşımakla cezalandırılmıştır. “Tam bu defa oldu” derken, zirveye ramak kalmışken, kaya aşağı yuvarlanır. Sisifos’un çilesi sıfır noktasından devam eder. 

Neyse ki Sisifos’un çilesinde kimi cevherler bulanlar da vardır. Sözgelimi Fransız yazar Albert Camus… “Sisifos’u cezalandıran tanrılar, nafile ve umutsuz çabayı en ağır ceza olarak görmüşlerdir” diye yazar Camus. Hep yeniden, hep yeniden…  Ama Camus’ye göre Sisifos bu tekrar tuzağında kendini özgür kılmayı başarmıştır: “Kaderi ona aittir, kaya onundur; Sisifos kendi günlerinin efendisi olduğunu bilmektedir.”

Cezanne de kendi günlerinin efendisiydi. Karşısındaki dağı içinde yeniden kurarken. İçindeki boşluğu dağa yerleştirirken… Zamana tekrarla direndi. Sainte-Victoire’ın yanında bir başka dağ gibi yükseldi.

*

PS: Bu sayfalarda daha önce, ‘tekrar okumak’ üzerine yazmıştım. O da burada

Tüm yazılarını göster