29 Mayıs 2021 akşamı oynanan Şampiyonlar Ligi finalinde Chelsea, Manchester City’yi 1-0 mağlup ederek tarihinde ikinci kez Avrupa’nın zirvesine çıktı. Geçtiğimiz sezon Paris Saint-Germain’in başında final gören Thomas Tuchel, favori City’nin başındaki Pep Guardiola’ya net bir üstünlük sağlayarak kupayı Londra’ya getirdi. Böylece son iki sezondaki dört finalistin üçü Avrupa’nın “sonradan görmeleri” oldu. Ama önce maç sonuna gidelim…
İNGİLİZ KULÜBÜ + ALMAN HOCA: KUPA (?)
Pandemi sebebiyle İstanbul’dan Porto’nun Dragao Stadı’na taşınan final, temposu, oyunun en mahir hocalarından ikisinin karşılıklı hamleleri ve tribünlerdeki 14 bin 110 seyircinin varlığıyla son derece leziz geçti. Geceye turnuvadaki ilk golünü final maçında atan Kai Havertz ve sonsuz enerjisiyle maçın en iyi oyuncusu olan N’Golo Kanté damga vurdu. Fransız orta saha şu ana kadar Premier Lig, Federasyon Kupası, UEFA Avrupa Ligi, UEFA Şampiyonlar Ligi’nin yanı sıra milli takımıyla Dünya Kupası kazandı. Önümüzdeki hafta başlayacak Euro 2020’de de takımıyla zafere giderse, kariyerinde pek bir eksik kalmayacak.
Kanté’nin formasını giydiği Chelsea de kazanma alışkanlığını giderek pekiştiriyor. Avrupa’nın kulüpler düzeyindeki en büyük turnuvasını bir kez kazanmak çok zor, bunu iki kere yapmak ise daha da rafine bir gruba dahil olmanızı sağlıyor. Londra ekibi bu kupayla Liverpool (6), Manchester United (3) ve Nottingham Forest’ın (2) ardından kupayı birden fazla kez kazanan dördüncü İngiliz takımı oldu. Aston Villa’nın da bir kez zafere ulaştığı turnuvanın tarihinde bu çeşitliliği sağlayabilen başka bir ülke yok. Premier Lig’in yükselişi devam ediyor.
Öte yandan son yıllarda bu yükselişte doğru kullanılan –çok fazla– paranın yanı sıra Ada dışından hocalar, özellikle de Almanlar ciddi rol oynuyor. Son üç sezonda Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Liverpool, Bayern Münih ve Chelsea’nin başında Alman hocalar (Klopp, Flick, Tuchel) vardı. Böylelikle 15 yıl önce Ralf Rangnick’in ektiği tohumlarla yeşeren ve birbirine benzer ama farklı teknik direktörleri futbol dünyasına tanıtan Alman ekolünün hakimiyeti belirginleşti. Yakın gelecekte Bayern ve Dortmund’un yeni hocaları Nagelsmann ve Rose de bu listede kendine yer bulabilir. Ama önce maça gidelim…
TUCHEL'İN HAYALİ
Her teknik direktör her şeyin düşündüğü gibi gittiği bir maçın hayalini kurar. Tuchel için bu hayal en olması gereken anda, Şampiyonlar Ligi finalinde gerçeğe dönüştü. Tecrübeli hoca Ocak ayında göreve geldiğinden beri genellikle üçlü savunmayla oynayan ve maçı kontrol etmekte ekstra bir beceri sergileyen, hem gol yemesi hem de maç kaybetmesi zor bir ekip ortaya çıkardı. Finalde Chelsea’ye dair en büyük soru işareti nasıl savunacağından ziyade, bitiricilik konusundaki zaaflar yüzünden maçı kazandıracak hamleyi yapıp yapamayacağıydı.
Sahada City’ye tehlikeli bölgelerde alan ve zaman vermeyen, kendi savunmasından hızlı ve etkili çıkış şablonlarını kusursuza yakın uygulayan, temposuyla rakibi aşındıran bir Chelsea vardı. Savunmasını –eskisi kadar olmasa da– önde kuran rakibin bekleri ile stoperleri arasına yaptıkları koşularla etkili oldular. Kai Havertz’in oyun kurulumundaki al-ver performansı keskin ataklara kalite kattı. Chelsea, bariz üstünlüğüyle geçen ilk yarının sonlarında, Mason Mount’un derin ve net pasında topla buluşan Havertz’in 42. dakikadaki golüyle istediği avantajı yakaladı. City devre boyunca zaman zaman topa sahip olarak sahte bir hakimiyet kurdu, ama hiçbir zaman oyunu eline alamadı.
Bunun en büyük sebebi rakibin pas geometrisini bozacak yerleşimleri hesaplayan Tuchel ve bu işi en iyi şekilde yapan Kanté’ydi. Fransız orta saha hem City’nin pas kanallarını sonsuz bir enerji ve akılla tıkadı, hem de savunmadan driplingle top çıkarma görevini yerine getirdi. Yanında oynayan Jorginho da rakip presi her zamanki yüksek isabetli paslarıyla kırınca City’nin baskısı kalıcı olamadı. Hücuma çıkmanın şifresini çözen Chelsea, forvet oyuncularını görece kolay bir şekilde topla buluşturup etkili kontra ve geçiş atakları yarattı. İkinci yarıda skorun da etkisiyle daha çok geride beklediler ama City’nin şutsuz hücumlarını çok zorlanmadan savuşturdular. İkinci gol için beklenen şans gelse de Pulisic golü yapamadı. Ama Chelsea’nin oyun üstünlüğünün esas nedenini anlamak için önce maç evveline gidelim…
PEP YİNE KENDİNİ YENEMEDİ
Maç öncesi ilk 11’ler açıklandığında birçok futbolsever gözlerine inanamadı. Bu sezon 61 maça çıkan City, bunların 60 tanesine net bir defansif orta saha oyuncusu ile başlamıştı. Ama esame listesinde Rodri veya Fernandinho yoktu. Onların yerine, 4-6-0 denebilecek bir dizilişle oynayan takımın bu sezonki en golcü oyuncusu İlkay Gündoğan savunmanın önünde görünüyordu. Foden sol içe geçerken, son ayların formsuz ismi Sterling de sürpriz bir şekilde sol açıkta kendine yer bulmuştu.
Rodri/Fernandinho’nun eksikliği Chelsea’nin çıkışlarını kolaylaştırmakla kalmadı, City’nin hücum ribaundu kabiliyetini de düşürdü ve takımı geri koşmak zorunda bıraktı. Foden-Sterling değişimi de hücumdaki merkez-kanat dengesini bozdu. Chelsea’nin kanat bekleri James ve Chilwell savunma konsantrasyonlarıyla Mahrez ve Sterling’i etkisiz bırakırken, City’nin dengesizliğini geçiş hücumlarında avantaja çevirdiler. 60. dakikada De Bruyne’nin sakatlanıp oyundan çıkmasıyla City zihinsel anlamda da iyiden iyiye geriledi. Bir iki gevşek pozisyon dışında gol atacağı izlenimi vermedi ve Chelsea böyle bir final için görece rahat bir zafer kazandı.
Pep Guardiola’nın özellikle City kariyerinde, Avrupa’daki kritik eleme maçlarından önce gereksiz yere takımın ayarlarıyla oynama alışkanlığı sürdü. Katalan teknik direktör bilhassa çok saygı duyduğu rakip hocalara veya kesinlikle elemesi gerektiğini düşündüğü ekiplere karşı bu tuhaf uygulamadan vazgeçmiyor. Elinde dünyadaki her takımı alt edebilecek bir oyun gücü halihazırda mevcutken, yaptığı tek seferlik değişikliklerle rakipten ziyade kendi takımının kafasını karıştırıyor ve kolektif gücünü törpülüyor. Halbuki şu anda yarattığı ekip dünya futbolunun zirvesine çok yakın, belki de tam orada. Bu yüzden beş yıla yayılan bir başarı sürecinin sonunda Kupa 1’i hak ettiği ve kazanacağı düşünülüyordu. Ama önce 18 Nisan 2021’e gidelim…
AVRUPA SÜPER LİGİ'NİN İKİ GÜZİDE EKİBİ
Finalde karşı karşıya gelen iki ekip, bir buçuk ay önce duyurulan –ve 48 saat içinde berhava olan– Avrupa Süper Ligi projesinin 12 kurucusu arasında yer alıyordu. UEFA girişime çok sert tepki verirken, söz konusu firarilere bir dizi yaptırım uygulanacağı, hatta devam eden Avrupa kupalarından men edilebilecekleri söylenmişti. Neticede pek de bir şey yapılmadı ve finali oynadılar.
Chelsea ve Manchester City’nin Avrupa Süper Ligi’ne katılma niyeti kimseyi şaşırtmamıştı. Biri 2003’te Rus oligark Roman Abramoviç, diğeri 2008’de Abu Dabi hanedanından Şeyh Mansur tarafından satın alınan iki kulüp, gaz ve petrol kaynaklı dış sermaye üzerinde yükselerek Manchester United, Liverpool ve Arsenal’in İngiliz futbol geleneğindeki hegemonyasına başkaldırmış ve Ada’yı fethetmeyi başarmışlardı. Asıl hedef ise her zaman Avrupa’nın zirvesine kurulmaktı. Avrupa Süper Ligi’yle birlikte elit statüleri ellerinden alınamayacak şekilde perçinlenecekti. Proje gerçekleşmedi, ama elitlik yolundaki yürüyüş sürecek.
Ama bu statü her zaman şeffaf kaynaklarla sağlanmadı. İki kulübün başı mali kayıtlar, kara para aklama iddiaları, transfer usulsüzlükleri gibi konular yüzünden birçok kez derde girdi. Şimdi çok uzak görünen 2020 yazında, Manchester City, Financial Fair Play ihlalinden dolayı Avrupa kupalarından iki yıl men edilmişti. Sonrasında çok da ikna edici olmayan gerekçelerle men cezası kaldırıldı, para cezası ise 30 milyon Euro’dan 10 milyona indirildi. Kısacası, iki kulüp de sabıkaları yüzünden bu seneki finale çıkamayabilirdi. Ama elbette bunun sorumlusu hocalar değildi. Tuchel altı ay içinde takımda mucizevi bir dönüşümün kıvılcımını ateşlerken, Guardiola kötü başladığı sezonda aynı şekilde etkileyici bir dönüşümle galibiyet rekorları kırıp finale favori olarak çıkmıştı. Ama önce 1997’ye gidelim…
TEK FİNALLE BAHAR GELMİYOR
Sir Alex Ferguson bir keresinde bir takımın Şampiyonlar Ligi’nde sağlam bir yer edinmesi için turnuvaya en az beş sezon üst üste katılması gerektiğini söylemişti. Manchester City gerek Premier Lig’de kurduğu hakimiyet gerekse oyun, oyuncu ve hoca kalitesi sayesinde maçtan önce Chelsea’nin bir-iki adım önünde görülüyordu; gelgelelim bu öngörü turnuvanın tarihine ve geleneğine aykırıydı.
1996-97 sezonunun finalinde Juventus’u mağlup edip kupayı alan Borussia Dortmund’dan bu yana, çıktığı ilk Şampiyonlar Ligi finalini kazanabilen olmadı. Aradan geçen 24 yılda Valencia, Monaco, Arsenal, Chelsea, Tottenham, Paris Saint-Germain ve son olarak Manchester City, Şampiyonlar Ligi’nin niye kulüp futbolunun en nazlı ve zorlu turnuvası olduğunu birinci elden tecrübe ettiler. Sonraki süreçte içlerinden sadece Chelsea şampiyonluğa ulaştı; diğerleriyse sırasını bekliyor.
Bu olgu –özelde Şampiyonlar Ligi’nde genelde futbolda– geleneğin ve kültürün önemini bir kez daha ortaya koyuyor. Ama buradan, paranın geleneği satın alamayacağı kabilinden acele çıkarımlara sıçramamak gerek. Gelenek ve kültür pekâlâ satın alınabiliyor, sadece oluşması ve yerleşmesi için biraz zaman ve sabır gerekiyor. Chelsea belki de Manchester City ve PSG’ye kıyasla yola daha erken çıktığı için Şampiyonlar Ligi’ni iki kez kazanma fırsatı buldu. Son iki finalin kaybedenleri ise önümüzdeki sezonla birlikte ikinci şanslarına doğru ilerlemeye başlayacaklar. Kadro kalitelerini ve hoca profillerini düşününce, yakın gelecekte City veya PSG ipi göğüsleyebilir. Bunun gaz ve petrolle çalışan kulüplere kuşkuyla yaklaşan gelenekçi futbolseverleri ne kadar memnun edeceği ise başka bir konu…