20 Ocak 1921’te, bundan yüz yıl önce, Türkiye’nin ilk cumhuriyetçi anayasası, Türkiye’nin ilk cumhuriyetçi meclisince kabul edildi. Anayasayı kabul edenler, demokrasinin ne olduğundan haberdardılar. Fransız Devrimi’nden beri dünyayı şekillendiren üç ideolojinin varsayımları, bu ideolojilerin referansları meclis tutanaklarında okunabiliyordu.
On sekizinci yüzyılda üç modern ideoloji; önce liberalizm, ona tepki olarak muhafazakarlık ve ardından sosyalizm doğdu. Liberalizm monarşileri sınırlamak için burjuvazinin çıkarlarına dayanak oluşturdu, doğduğu an itibarıyla devrimciydi. Muhafazakarlık, kaçınılmaz olarak yıkılmakta olanı savunmak için eski düzenin egemen sınıflarının tepkisel bir ideolojisi olarak doğdu. Sosyalizm ise yükselen işçi sınıfının, en geniş halk kesimlerinin ideolojisi olarak bu ikisinden sonra ortaya çıktı.
Cumhuriyetin ilk anayasasını yapanların ideolojik dayanağı halkçılıktı. Halkçılık, iki biçimiyle cumhuriyetin kuruluşuna kaynaklık etti. Birincisi, 1921 Anayasası’na kaynaklık eden fikir; halkı ezilenler ve ezenler olarak ikiye ayırıyor, ezilenlerin çıkarlarını ezenlere karşı savunuyor, çatışmalı bir siyasal toplum varsayımını kabul ediyordu. Ademi merkeziyetçiliğinin kaynağı buydu, temsil ilişkisi halkın doğrudan doğruya kendi kaderini belirlemesi ilkesine dayanıyordu. Anayasanın birinci maddesinin devrimci ilkesi olan halk egemenliği; idare usulünün halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanması ile içerik kazanmıştı. İkinci biçimiyle halkçılık, halkı çatışmasız bir birlik olarak gören sınıflı toplumu reddeden ilkeye dayandı. Merkeziyetçiydi. 1924 Anayasası'na temel oluşturdu.
Cumhuriyetin kuruluşundaki bu iki halkçılıkta görünür olan çatışma aslında bu iki halkçılığın dayandığı toplumsal kesimler arasındaydı. Toplumsal sınıflar ya da siyasallaşmış farklı gruplar arasındaki maddi çıkar çatışmaları, her dönem belli bir dilin içinde ifade edilir. Dönemin dili halkçılıktı. 1925’ten 1950’ye kadar yirmi beş yıl boyunca tek parti rejiminin sahibi olan CHP’nin de. Halkçılık, diktatörlüğün de demokrasinin de ifadesine araç olan dilsel bir evren sağladı. Fakat bu evrende demokrasiyi savunanlar ile diktatörlüğü savunanlar farklı maddi çıkarları, farklı talepleri dile getirdiler. Özneleri farklıydı. İkinci halkçılığın ifadesi olan imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitle; herkesi kapsamadı. Kapsamadıklarının talepleri, mücadeleleri kısmi zafer ve yenilgileri ise cumhuriyetin açılma ve kapanma dinamizminin hep kaynağı oldu. İşte demokrasi dediğimiz şey “bir”liğin kapsamadıklarının eşitlenme mücadelesinden, bu mücadelelerin kazanımlarından ibarettir ve on dokuzuncu yüzyıldan beri sol bu mücadelenin ifadesidir.
1921 Anayasası’nın yüzüncü yılını idrak ettiğimiz günlerde; Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, her zaman yaptığı gibi muhafazakârlara seslendi. Asıl muhafazakâr partinin CHP olduğunu söyledi. Necip Fazıl’ın, Adnan Menderes’in CHP üyeliğini andı. Aynı konuşmada on sekizinci yüzyıla ait sol ve sağ kavramlarının ortadan kalktığını dile getirdi. Yetmedi, CHP’nin değiştiğini, inandırıcılığını artırdığını söyledi.
Kılıçdaroğlu’nun söylediklerine sağ ve sol ayrımının ortadan kalktığı önermesi dışında katılıyorum. İnandırıcı buluyorum. CHP, Türkiye’nin asıl muhafazakâr partisidir. İtiraf edeyim, birkaç gün önce vefat eden ve anaakım gazetelerde “şehzade” olarak anılan “Osmanlı Hanedan Reisi”nin ardından başsağlığı diler mi diye Kılıçdaroğlu’nun sosyal medya hesabına bile baktım. Muhafazakâr bir parti olmanın bütün gereklerini bir görev olarak yerine getirdiğine de diyecek bir şey yok. 12 Eylül sonrasının en güçlü halk hareketlerinden biri olan Gezi’nin hemen ardından, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde MHP ile ortak olarak aday gösterdiği Ekmeleddin İhsanoğlu ile bunu kanıtladı. Yükselişe geçen bir özgürleşme hareketinin önü daha güçlü nasıl kesilebilirdi? Yetmedi, mevcut düzeni muhafaza etmenin en güçlü aracı olduğu, geçtiğimiz birkaç yılda ortaya çıkan dokunulmazlıkların kaldırılmasına hem de anayasaya aykırı olduğunu bilmesine rağmen onay vermesiyle bunu bir defa daha kanıtladı. Böylece 2014’te önünü kestiği hareketi tamamen kapatıyordu da. Başka şeyler saymaya gerek yok, zaten bir inandırıcılık sorunu da yok. CHP, muhafazakâr bir parti. Dolayısıyla her ne kadar Kılıçdaroğlu yok öyle bir ayrım dese de CHP sağ bir parti. Buna inanmayan sadece iki kesim var sanırım. Birincisi Kılıçdaroğlu’nun kendini ait hissettiği sağcılar ya da onun ifadesiyle söyleyelim muhafazakarlar; ikincisi CHP’nin içinde yer alan solcular. Bence her iki kanat da Kılıçdaroğlu’na haksızlık ediyor.
Erdoğan rejimi, anayasal düzeni askıya alan birçok eşiği aştı, CHP’nin bu eşiklerin aşılmasındaki rolü büyük. Fakat bugün geldiğimiz eşik, CHP liderinin de vurguladığı gibi demokrasi ile diktatörlük arasında. Cumhuriyet tarihindeki benzer eşiklerde ortaya çıktıkları gibi, MHP’nin silahlı militanlarının siyasal şiddetin dozunu belirlediği günlerden geçiyoruz. Bugüne kadar her şey gözümüzün önünde oldu. Gizli bir ajandadan falan bahsetmeye gerek yok. Dünyadaki benzer rejimler ne yapıyorsa Erdoğan rejimi de onu yaptı, hedefi açık. Atama kararnamelerine, komisyonlardan gerekirse fiziksel kavga ile “acilen” çıkarılan yasa tekliflerine, cumhurbaşkanlığı kararnamelerine, içişleri bakanlığı genelgelerine, kamu ihalelerine ve sokaklarda muhalefet partilerinin genel başkan yardımcılarına, gazetecilere uygulanmaya başlayan siyasal şiddete baktığınızda gelecek olanı öngörmek zor değil.
Anayasal kurumların ortadan kalktığı, atamalar yoluyla yüksek mahkemelerin, seçim kurullarının kontrol altına alındığı, seçme seçilme hakkı dahil siyasal hakların kullanımının engellendiği bir siyasal rejimin varlığını bizzat tespit edenlerin; kurallarına asla güvenemeyeceği bir seçime endeksli, yönü olmayan ittifak stratejisini benimsemelerinin anlamını bilge parti liderleri belki kavrayabiliyordur. Fakat yeni bir sınıraşımı ile ülkemin felakete doğru gideceğini düşünen sıradan bir yurttaş olarak ben demokrasinin savunulması gerektiğini düşünüyorum. Biçimsel demokrasinin ortadan kalktığını söyleyenlerin biçimsel demokrasinin prosedürlerine güvenmekten başka bir şey yapmamasını, demokratik güvenceleri sağlayacak gücü biriktirmek için mücadele vermemelerini çaresizlikten başka ne açıklayabilir?
Eğer Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği gibi bir eşikteysek, çok uzun zamandır unutulan bir şeyi hatırlamamız gerek. Demokrasi bir prosedürler toplamı değildir; demokrasinin sınıfsal bir içeriği ve öznesi var. Demokrasiyi içeriksizleştiren ve öznesizleştiren herhangi bir politikanın bu sınıraşımlarını durdurma şansı olmayacak.