Suriye krizinin başından beri AKP iktidarı fecaate doymazken ana muhalefet partisi olarak CHP’nin bir karşı ağırlık oluşturamadığını, “Esadçı” suçlaması karşısında ezildiğini, tutarlı bir itiraz dili ve çıkış yolu geliştiremediğini söyleyegeldik. Bu süreçte iki arama konferansı ve bir yuvarlak masa toplantısında partinin kurmayları ile bir araya gelme ve görüşlerimizi iletme fırsatımız da oldu. “Devletin kırmızı çizgileri ve âli menfaatleri söz konusu ise…” diye başlayan sonuç cümlelerinden CHP’nin ‘devlet partisi’ olma misyonundan çıkamayacağı kanaatimiz her defasında teyit edildi.
Neyse ki krizin dokuzuncu yılında CHP şeytanın bacağını kırarak bir Suriye konferansı düzenledi. Suriye’nin neredeyse üçte birini kontrol eden Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve Kuzey-Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi’yle vücut bulan Fırat’ın doğusundaki aktörleri dışlayan bir yaklaşımla devletin kırmızı çizgilerine bir kez daha hürmet edildi. Bu tabii konferansın çözüm sunma konusundaki iddiasını sakatladı. Yine de barışa giden yolun Şam’la diyalogdan geçtiği önermesinin net olarak ortaya konulması kayda değer. Bunun yanı sıra Suriye’nin geleceğine kendi halkının karar vermesi, ABD ve Rusya'nın çıkarları arasında savrulmadan Suriye’nin toprak bütünlüğü, bağımsızlığı ve egemenliğini esas alan bütünlüklü ve tutarlı bir politikanın izlenmesi, Türkiye’nin uluslararası hukuka aykırı hamlelerinin gözden geçirilmesi ve tüm meşru aktörlerle diplomasinin işletilmesi yönündeki öneriler de kuşkusuz önemli.
***
Bu konudaki düşüncelerimi cumartesi günü düzenlenen konferansta Skype bağlantısıyla kısmen dile getirdim. Hükümetin bile bile saplandığı açmazların bir kısmı muhalefetin yaklaşımları için de geçerli. Söz gelimi, “Yurtta sulh cihanda sulh” en temel şiar iken ‘Kürt koridoru’ hamlesini kesme adına Afrin’de Kürtler açısından bir nevi ‘etnik temizliğe’ dönüşen bir askeri müdahale ‘milli güvenlik meselesi’ olarak meşrulaştırıldı ve desteklendi. İktidarın elini serbest bırakan bu türden bir yeşil ışıktan sonra, TSK’nin yedeğinde Afrin’e taşınan selefi-cihatçı örgütlere ya da onların cinayet, fidye için adam kaçırma, işkence, yağmalama, gasp gibi suçlarına yönelik geliştirilen muhalefet de değersizleşiriyor. Kürtlerin bin yıldır yaşadığı Afrin’in (Kürt Dağı) Araplaştırılması ve Ezidilerin başına gelenler zaten teferruat sayılıyor. Ayrıca bu saatten sonra Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğüne dair hassasiyet gösterisinin de bir anlamı kalmıyor.
Suriye politikası nasıl ki asılsız veriler ve çarpıtılmış bilgilere dayandırıldıysa ‘ulusal güvenlik’ stratejisine dayanak yapılan unsurlar da saha gerçekliğini tam olarak yansıtmıyor.
AKP iktidarının kendi ihtiraslarını ve başarısız maceralarını ‘milli güvenlik’ ve ‘beka’ konseptine taşıyıp bunları devlet politikası olarak çerçevelemesi muhalefetin de içine çekildiği bir tuzak.
Eğer alternatif çıkış yolu geliştirilecekse çok temel birkaç açmaza dair tablonun netleşmesi gerekiyor.
İktidar, “Esad ordusu” ve “Esad rejimi” diyerek kendince gayrimeşru muamelesi çektiği Suriye devleti ve Suriye ulusal ordusunu Türkiye-Suriye sınırlarında görmek istemiyor.
Peki, bunun alternatifi nedir? İdlib cebinde ya da Azez-Cerablus-El Bab üçgenindeki gibi Türk askeri varlığını sahada tutmaya devam etmek ve vekil güçlerle yani selefi-cihatçı milislerle kontrolü sürdürmek. Bu politikanın sonuçları ağır olacaktır: Savaş hali uzayacaktır; TSK ve MİT’in yedeklediği milis güçleriyle tehlikeli, hukuksuz ve belirsiz iştigal sürecektir; Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenliğine dair taahhütleri sözde kalacaktır; başka yabancı aktörler için Suriye müdahaleye açık bir sahne olarak kalacaktır.
***
Nereye gittiğimizi görmek için nereden geldiğimizi usanmadan hatırlatmamız gerekiyor:
- AKP iktidarının yanlış tercihleri sonucunda Türkiye, Suriye’ye karşı kurulan kumpasta yükün neredeyse yüzde 70’ini yüklendi. Bu ülkenin felce uğratılmasında birincil dereceden sorumluluğu üzerinde taşıyor. Bu operasyonun Türkiye açısından ölümcül ve kötücül mirasları olacaktır. Cihatçı yekûn Suriye’nin sırtından atılırken Türkiye’nin bakiyesine dönüşecektir.
- Filistin davasının hamiliğine soyunanlar, Suriye’ye müdahale için tampon olmayı seçerek İsrail’i bu sürecin en kârlı tarafı haline getirdi.
- İran nüfuzundan en çok yakınanlar Irak’tan Akdeniz’e kadar İran’ın operasyon yeteneği kazanmasına fırsat sundu.
- Rusya’yı güvenlik konseptinde ana mesele yapanlar, bu şekilde Rusların Orta Doğu’ya dönüşüne imkan verdi. Rusya’sız bölgeye bir gelecek biçmek artık imkansız.
- YPG-PYD’yi birincil tehdit listesine yazan siyasi aklın kimyası, özerk yapılanmayı çökertmek için önce Ahrar el Şam ve Nusra Cephesi gibi örgütlere, daha sonra IŞİD’in saldırılarına bel bağlayacak kadar katranlaştı. Ve sonunda Kürtlere el verip bunu hem kendi Kürtleriyle barışı için bir katalizöre dönüştürmek yerine onları ABD’ye mahkûm etti. ABD bu sayede onlarca yıldır tepesine çökmeye çalıştığı Suriye’ye girmiş oldu.
- Son olarak Fırat’ın doğusunda güvenli bölge anlaşması çerçevesinde oluşturulan Müşterek Harekat Merkezi ile Suriye’deki Amerikan askeri varlığını Türkiye üzerinden kalıcı hale getiren yeni bir yola girildi.
- Vekil güçler aracılığıyla yürütülen savaşla başlayıp ‘sahada olmak’ ve ‘oyunu bozmak’ adına doğrudan müdahalelerle çetrefilleşen Suriye serencamı iç siyaseti dönüştürdüğü gibi Türkiye’nin Rusya ve ABD’ye bağımlılığını ya da mahkumiyetini artırdı.
***
Yeni bir sayfa açılacaksa, Kürtlerin ısrarla “Suriye’nin parçasıyız, Suriye’nin toprak bütünlüğü içinde çözüm istiyoruz, Şam’la diyalog için Rusya ağırlığını kullansın” diyen çağrılarına aldırmayıp, “ABD, Suriye’yi bölüyor” nakaratını tekrarlayanların bizzat Amerikan planlarına hizmet ettiğini söylemek durumundayız. Hedeflenen ‘güvenli bölge’, Suriye’nin bölünmüşlüğünü garantilemekle kalmayıp siyasal çözüm sürecini de ipotek altına alıyor. Astana sürecinde oluşturulan anayasa yazım komitesinde Kürtler, Türkiye’nin vetosu nedeniyle yoklar. “Temsil edilmediğimiz bir komiteden çıkacak sonuç bizi bağlamaz” diyen Kürtlerin olmadığı bir süreç çözümü değil bölünmeyi getirir.
Fırat’ın batısında da Azez-Cerablus-El Bab üçgeni ile Afrin’i ilhak etmişçesine fiili ‘kolonizasyon’ gayreti güdülüyor. Türkleştirme ameliyesi maşallah sağdan sola pek çok çevrenin başını döndürüyor. Fırat Kalkanı bölgesinde El Esad Parkı’nın adının Yunus Emre Parkı olarak değiştirilmesi hamaset dünyasında keyif çatma vesilesi olabilir ama Suriyelilerdeki yansıması, “Sömürgenin dönüşüdür”.
İdlib’de 12 kontrol noktasıyla cihatçı gruplara kalkan olan pozisyon da özünde Amerikalıların beklentisine denk düşüyor. Amerikalılar Türk askeri varlığını “Suriye’nin yeniden toparlanmasının önlenmesi” olarak gördüklerini gizlemiyor. Bunu, “Suriye rejimi ve müttefiklerinin zafere ulaşmasının önlenmesi” olarak dillendirmeleri hedef-sonuç ilişkisini bozmuyor.
Fırat’ın doğusu ve batısıyla ilgili planlara dair sunumlar devletin hassasiyetlerini baz alanlar için hayli ayartıcı: “Terör koridoruna karşı barış koridoru.” Operasyonun adı Zeytin Dalı olunca bunun barışa hizmet ettiğine dair algı tavan yapıyor. Yerel Kürt nüfusunu terörize eden ve seyrelten müdahaleleri başarılı bir model olarak Fırat’ın doğusuna taşımaktan söz ederken bunu 3 milyon mültecinin de döndürüleceği bir ‘barış koridoru’ olarak cilalamaya başladılar. Pek çok sorunun kaynağı olarak mültecileri görenlerin de “Hayır” diyemeyeceği bir çerçeve! Bu plan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından BM kürsüsünden de pazarlandı. Erdoğan’ın elindeki haritaya bakanların çıkardığı sonuç, “Demek Türkiye, Suriye’den bu kadar toprak istiyor” şeklinde.
Bu planla varılmak istenen nokta, Türkiye ile Kürtler arasına Araplardan oluşan bir tampon sokarak özerklik projesinin dayandığı demografik temeli hepten yok etmek. Burada Kürtlerin nasibine düşen tek şey ‘etnik temizlik’ olacaktır. Aynı sonuç bölgenin Süryani, Ermeni, Keldani gibi diğer halkları için de geçerli. Mülteci meselesi ancak Suriye’de savaşın bitirilmesi ve insanların kendi evlerine döndürülmesiyle mümkün olabilir. Suriye’nin kuzeyinde ‘istenmeyen’ nüfus unsurlarını bertaraf amacıyla yeni demografik realiteler yaratmak bölgede halkları birbirine düşürmekten başka bir şeye yaramaz. Bu insanları Avrupa’ya karşı şantaja dönüştürüp paraya tahvil etmek ve mültecilerin dönüşünü konut projeleriyle ranta bağlamak da aç gözlülüğün zirve noktası.
***
Özetle Fırat’ın doğusunda da batısında da Türkiye izlediği mevcut politikalarla Suriye’nin toprak bütünlüğü, egemenliği ve bağımsızlığına hizmet etmiyor. Altına imza attıkları Astana ve Soçi bildirilerinde aksini belirtseler de izlenen siyasetin ürettiği ya da üreteceği sonuç önemli.
‘Ulusal güvenlik’ diye kabul gören müdahaleci çizginin Türkiye’nin geleceğine aktaracağı iki miras var: Kürtlerle kalıcı düşmanlık ve yedeklenen cihatçı örgütler.
Biri Türkiye’nin iç barışını imkânsız hale getirip bölgesel fay hatlarını harekete geçirme potansiyeli taşıyor. Diğeri de bugün vekil güçler olarak maceraperest hevesler için kullanışlı olsa da yarın Türkiye’yi de tehdit edecek bir karakter arz ediyor.
İktidarın Suriye çıkmazına alternatif olarak sadece “Esad’la el sıkış” deyip sorunun diğer taraflarını göz ardı etmek yanıltıcı bir yaklaşım olur.
Burada, “Fırat’ın doğusundan uzak duralım” önerisinin alt metninde, “Kürtlerin özerklik planını çökertme işini Esad’a bırakalım” önermesi yoksa Kürtlere yönelik mesaj daha açık olmalı. Tüm taraflarla diyalog, Kürtler için, “Biz değil, Esad balyoz olsun” çelişkisini kaldırmaz.
Eğer hedef barışçıl bir çözüm ve istikrarlı bir gelecekse Türkiye evvela Kürtlerle ilgili parametreleri ve bakış açısını değiştirmeli. Ankara, Suriye’nin kendi Kürtleriyle bulacağı barışçıl çözüm yolunun önünde bariyer olarak durmamalı. Yani Ankara ile Şam arasında yeni bir başlangıcın bedeli Kürtler olmamalı. Ki bu, Kürtleri daha fazla Amerika’ya iter, ABD de bu durumu kendi senaryosu için tepe tepe kullanır.
Ne yapmalı faslında diğer kritik mesele; Türkiye, Fırat’ın batısında çatışma dinamiğini sona erdirmeli yani fişi çekmeli. Suriye’ye karşı büyük komploda cephane, lojistik ve savaşçı akışında ihalenin yüzde 70’i Türkiye’nin sırtındaysa bu alanda yapılacak politika değişikliği sorunun çözümünü de aynı oranda kolaylaştıracaktır.
Naçizane görüşlerim bunlardır.