Küçük bir ilçenin pazarında karşılaştım onunla. Bir pazarcı kadın. Pazarcı kadınların kendilerine has çekici bir yanları vardır zaten. Ama bu kadın biraz daha farklı sanki. Biraz ondan bahsetmek ve onun esinlediklerini anlatmak istiyorum dilim döndüğünce.
Kendisi değil, sattıkları dikkatinizi çekiyor önce. Ama hemen haline tavrına kapılıyorsunuz. Eski zamanların büyücülerinin, cadılarının soyundan gelmiş sanki. Esvapları, baş bağlaması bunun küçük ipuçları. Nasırlı kocaman elleri, ardında derin ve karanlık bir mağara varmış hissi veren nemli gözleri, yaşlı yüzünde yılların yaşanmışlığından damıttığını hissettiren, küstahça bilmişlikten eser olmayan tanımlaması güç bir bilme hali, yorgun ama güçlü duruşu mitoslardan, efsanelerden fırlamış bir figürle karşı karşıya gelmişsiniz duygusu yaratıyor. Çiçek, fide ve bunların yanı sıra maydanoz, nane ve birkaç ot daha satıyor. Evet, başka bir şey yok tezgâhında, sadece bunlar. Bir an hemen yanı başında ateşi harlanmış kaynayan bir kazanın hayalini kurar buluyorsunuz kendinizi. Bir Le Guin kahramanı sanki. Sattıkları diğer benzerlerinden pahalı ve öyle kolay kolay da indirim yapmıyor, ama iki dal fesleğen hediye edebiliyor ya da bir domates fidesi, onlar da hediye mi yoksa başından savmanın bir aracı mı Allah bilir. İster al ister alma diyen bir hali var her daim. ‘Bunlar benim ruhumla emeğimle harelendi’ dercesine çiçeklerinin, fidelerinin, sattığı otların diğerlerinden farklı olduğundan emin. Haksız değil. Basitçe bir çiçek, fide satmadığını seziyorsunuz; el aldıklarından kazandığı mahareti, el alabileceklere sunuyor gibi bir edası var. İndirim yapmaması paraya tamahkârlığı olarak yorumlanmamalı, ‘inatçılığının’ damarı toprakla kurulan bağda köklenmiş de ondan sanki.
Çiçekleri öyle albenili, fideleri öyle canlı ki onları diktiğinizde hemen meşakkatsiz güzelliklere sahip olabileceğiniz sanısına kapılmamak elde değil. Oysa alttan alta bir teste davet taşıyorlar sanki. İşveli göz kırpmaları var sattıklarının, özellikle de çiçeklerinin, 'becerebilecek misin bakalım beni yetiştirmeyi' diyesiler. Onları hak edip etmediğinizin, onlara layık olup olmadığınızın imasıyla yüklüler. Bu nedenle olsa gerek tezgâhı ziyaret edenler bir yandan hayranlıklarını dile getirirken diğer yandan kaygılı sorular yöneltmeden edemiyorlar. "Kurudu benim aldığım" diyor bir kadın, "senin çiçek ve fideler bambaşka" diyor bir diğeri. "Bakamamışsındır", "he öyledir, kendi elimle yetiştiriyom onları" diye karşılık veriyor bizim çiçek büyücüsü.
Torbamda iki küpeli, bir cananla ayrılırken yanından çiçeklerle yol alan kadınları hatırladım ve kadınlar açısından çiçek yetiştirmenin anlamına dair düşüncelerle yol alırken buldum kendimi. Kısacık yanıtları yüzyıllardan akıp gelen bilgeliğin ipuçlarıydı sanki: Toprağı, suyu bilmek, güneşi, rüzgârı tanımak, bunların her bitki için uygun oranlarını kestirebilmek ha deyince öğrenilebilecek şeyler değil diyesiydi. "En derinlerindeki serüveni seçmek gerek önce. Ve bütün bu zincirin bir halkası olmaya kayıtsız şartsız baş koyabilmek gerek. Ancak o zaman doğanın güçleriyle uzlaşabilir ve böylece erginleşebilirsin" diyordu derinden bir ses usulca.
Bond Sokağı’ndaki çiçekçide “sanki bu güzellik, bu koku, bu renk …üstünden aşırttığı bir dalgaydı; o kini, o canavarı, hepsini aşıp giden bir dalga; hazdan gittikçe yukarlara, yukarlara” diye duyumsayan Mrs. Dalloway misali, yüreğini yetiştirdiği çiçeklere veren, en derin muhabbetlerini onlarla yapan, onların renklerini acılarına merhem yapmış kadınlardan birini tanımasam, bu pazarcı kadın böylesine dikkatimi çeker miydi ve binlerce yıldır yağmalamaya, bastırmaya ve ezilmeye rağmen kadınların içgüdüsel doğalarının, en azından bir yanıyla çiçeklerle kurdukları ilişkide baş vermeye devam ettiğine dair güçlü bir inancım olur muydu çok emin değilim.
O gün bugündür ve onun sayesinde çiçek yetiştirmeye gayret etmenin sağladığı kırık dökük deneyimle ruhtan kaynaklanan bir yaşantı diye bakıyorum kadınların çiçek yetiştirme gayretlerine, küstahça gelecek belki ama erkeklerinkineyse bir tür bahçıvanlık, her daim tekniğe yenik düşen bir uğraş olarak maalesef. Kusura bakmasınlar, ama böyle! Çiçeklerle haşır neşir olan erkeklerde içgüdüsel doğanın en temel işaretleri sayılabilecek ne keskin bir duyarlık, ne oyuncu bir ruh ne de yoğun bir kendini adama gören var mı aranızda bugüne kadar? Kendinden geçmiş halde çiçekleriyle konuşan kaç erkek gördünüz bugüne kadar mesela? Muhsin Bey hariç!
Çiçek yetiştirmek kadınların gizlerinin izlerini taşır bir bakıma diye düşünüyorum; müstehcenliklerinin, tinsel esrimelerinin, erginlenmelerinin. Bir tür şehvet vardır çiçekleriyle aralarında. Derin muhabbet kadar kıskançlıkla esirgerler onları. Belki de o nedenle olsa gerek çalınması makbuldür. Suçla masumiyet sımsıkı birbirine sarılmıştır kadınların çiçekli dünyasında. Çiçek yetiştiren kadınlar bilir, fındık begonyanın asıl adı küçük orospu, akşam sefasınınkiyse gece kahpesidir. Hiç düşündünüz mü neden ısrarla ilkini kullanırız acaba? Yasak üstüne yasak getirilen müstehcenliklerimizi ve esrimelerimizi açık ettikleri için olmasın sakın? Ya da kaynaklarındaki oyuncu ruhumuzu bastırmanın bir aracı? Evet, çiçek yetiştirmek bir tür erginlenmedir. Doğal çevrimin bir parçası olmayı, doğanın güçleriyle özdeşleşmeyi getirir çünkü. Ondan size, sizden ona bir akış. Çiçek yetiştirirken kendini de yetiştirirsin, daha doğrusu birlikte yetişirsiniz. Çiçek gübreden yetişir, öğrenirsin. Ve dolayısıyla fazlası vardır. Doğanın güçleriyle özdeşleşebilme fırsatı, kişiliğimizin, bilinçli halimizin ve evet egomuzun zaman ve mekânla kaim olduğunun ve varoluşun bütününü oluşturmadıklarının farkına varma imkânını taşır ve sadece onlara güvenmenin bizi yanılgılara sürükleyebileceğini gösterir. İddialı gelebilir belki ama, yenilenmiş bir dünyada yaşamaya kapı aralamanın bir vesilesidir çiçek yetiştirmek.