Çiğdem Mazlum: Bugün, belgesel deyince akla ilk olarak otosansür ve sansür geliyor
Yönetmen Çiğdem Mazlum ile belgesel sinemayı konuştuk. Mazlum, "Asıl olarak yaygınlaştırma ve gösterim konusunda daha sıkı bir güç birliğine ihtiyaç var. Filmin hedef grubuna ulaşması ve realitedeki durumun iyileşmesine katkı sunması için festivaller, özel gösterimler dışında yeni yollar bulmak gerekiyor" dedi.
DUVAR - 2007 yılında Ankara Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü'nü bitiren Çiğdem Mazlum, Al Jazeera Türk ve çeşitli haber televizyonları için çekilen birçok belgeselin yapımcılığını ve yönetmenliğini yapar. İlk uzun metraj belgeseli, çocukluğunun da geçtiği Kuzey Kıbrıs'ta 1974’teki askeri harekat sonrasında kapatılan, tellerle çevrilip insansızlaştırılan Varosha/Kapalı Maraş’ı terk etmek zorunda kalan, 38 yıldır evine dönemeyen Varosha'lı dört göçmenin hikâyesini anlatan “Asla Hoşçakal Demedik Varosha” olur.
Çiğdem Mazlum, 2014 yılında ise Gökçeada’daki Aya Todori köyünde yaşayan Rumların ana dilde eğitim hikâyesini dört öğrencili bir ilkokul üzerinden anlatan “Siyah Taşlar” adlı belgeseli çeker. Kurmaca ve belgeseli birlikte çalışırken, 2016 yılında Sertaç Yıldız ile birlikte çektiği 21 yıldır cezaevinde olan İlhan Sami Çomak’ın hikâyesini anlatan “Gönderen: İlhan Sami Çomak”, birçok festivale katılır, ödüller alır ve SİYAD Yılın En İyi Belgesel adayları arasında yer alır. Mazlum "Gönderen: İlhan Sami Çomak" belgeseline ilişkin, “Mektuplarla çekilen ilk belgesel olan ve kurmacaya yakın duygular barındırmasından olsa gerek “Gönderen: İlhan Sami Çomak”ın belgeselle kopmayacak bir ilişki kurmamı sağlayan özel bir yeri var hayatımda” diyor.
İstanbul’a savaş sonrası yerinden edilen bir kadının gözüyle bakan ve dil meselesine odaklanan “Kayıp” adlı uzun metraj senaryosu ise 29. Ankara Uluslararası Film Festivali kapsamında düzenlenen “Ulusal Uzun Proje Geliştirme Desteği”nin sahibi olan Mazlum, senaryo çalışmalarına hala devam ediyor. Yapımı 2020 başında tamamlanan ve Mersin Üniversitesi’nden ihraç edilen akademisyenlerin “Kültürhane” adlı mekânda kurduğu yeni dünyayı anlatan “Ufka Bakma Durağı”nın gösterimleri devam eden Mazlum, son dönemde pandemiden etkilenen farklı kesimlerin hikâyelerine odaklanan ve mektuplar üzerine inşa ettikleri ve “Gönderen: İlhan Sami Çomak”taki anlatıma yeniden dönmelerini sağlayan bir belgesel serisinin çalışmalarını yürütüyor.
Bu aslında nasıl bir belgesel çalışması içinde olduğunuza göre yanıtı değişecek bir soru bana kalırsa, özellikle gerçeğe sadık kalma noktasında. Güncel gerçeklerden yola çıkan bir konuyu işlerken zaten düşünme ve üretme biçiminiz de ona uygun olarak şekilleniyor. Örneğin, bir haber belgesel hazırlarken konunuzun belirlediği ölçülerde bir yaratıcı alan kalıyor size. Çünkü her yönüyle bilgiye dayalı bir malzemeyle çalışıyorsunuz ve yaratıcılığınızın en özgür olabildiği aşama kurgu oluyor. Bu haliyle bu tür bir belgesel her aşamasında yönetmenin yaratıcı gücüne, bakışına, fikirlerine, ideolojik yaklaşımına açık olmayabilir. Ancak daha drama unsurları taşıyan ve bir hikâyeye odaklanan belgesel sinemada, elbette kurmacanın hâkimiyet alanına giriliyor. Öyle de olmalı. Çünkü her ne kadar reel bir konu, karakter, olay üzerine çalışsanız da kurmacadaki gibi üzerine düşünülmüş/tasarlanmış sahneler kurmak, görsel-estetik yanı güçlü planlarla çalışmak ve etkili bir sinematografi yaratmak istiyorsunuz. Kurmaca senaryodaki kadar ayrıntılı olmasa da bir anlatı/metin üzerine çalışıyorsunuz çünkü, işte bu anlatı sizin dünyayla, o hikâyeyle kurduğunuz ilişkiyi ortaya koyuyor. Bu bana belgeselin olmazsa olmazı gibi geliyor: Yönetmenin bu mesele üzerinden bize söyledikleri. Nesnellik gibi bir kaygınız olmuyor, politik duruşunuzu da çeşitli araçlarla filme katmaktan çekinmiyorsunuz. Belgesel sinemanın bu yönüyle sinema yapmak isteyenler açısından özgürleştirici bir yanı var kuşkusuz. Çok daha minimal koşullarda reelde akıp giden bir hikâyeye kendi bakışınızı katarak, onu yeni bir anlatı haline getirerek kişisel kurmaca tadında bir film ortaya çıkarabiliyorsunuz.
Kurmaca senaryo çalışmalarım da var ve soruda varmak istediğin yer açısından şöyle açıklayabilirim. Belgeselde gerçek kişiler/hikâyelerle çalıştığınız için ve aynı zamanda bu sürece büyük sorumlulukların da eşlik ediyor olması nedeniyle sınırlarınızın daima o kadar farkındasınız ki! Neler yapabileceğiniz ve neleri yapamayacağınız aslında karakterinizle/hikâyeyle temas kurduğunuz an şekillenmeye başlıyor. Dolayısıyla evet, kısıtlanıyorsunuz bir anlamda. Ama buna bir kısıtlama gibi bakmamanızı sağlayan öyle güçlü tarafları var ki belgesel süreçlerinin. Çekerken bazen hayal ettiğinizin de ötesindeki anları, durumları, olayları kaydetmiş oluyorsunuz ve bunlar kurguda birer hazine gibi belirip filmdeki vazgeçilmez yerini buluyor, hatta bazen filmi film yapan temel unsurlardan biri haline geliyor. Kurmacada senaryo, belgeselde ise kurgu süreçleri çok benzer işliyor. Hikâyeyi bütünlüklü bir anlatıya dönüştürmek için geçirilen yaratıcı süreç kurmacanın ilk adımıyken belgeselin son adımlarından biri. Bu anlamda belgeseli güçlü kılan, her aşamasında filmi aradığınız, yaratıcısıyla her evrede iç içe ilerleyen ve tam olarak kurguda elde edebildiğiniz özel bir tarafı var. Bu da yönetmeni hem bir iz sürücü hem de anlatıcı olarak daima arayan bir konumda tutuyor. Belgeselcilerin en iyi yaptığı şey bu sanırım. Farklı hisleri anlatmak için daima yeni yollar aramak!
'KAYNAK YARATMA SÜREÇLERİNDE CİDDİ SORUNLAR VAR'
Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?
Pek haneden biri gibi görülmüyoruz, o kesin. Siyasi iktidarın ve hukukun belgesel yönetmenlerine bakışını açılan soruşturmalardan ve devam eden davalardan çok iyi biliyoruz. Sinema alanının ise, dışında değil belki ama tam olarak içinde de görülmüyor belgesel. Bu bakış her ne kadar festivallerde, belki yeni yeni dijital mecralarda kırılıyor gibi görünse de arada hala görünmeye devam eden sınırlar var. Kaynak yaratma süreçleri yaptığımız her yeni filmde değişen bir süreç ve kesinlikle ciddi sorunlar var. Festivaller dışında gösterim mecrası zaten yok, özellikle belgesele geniş bir alan açan festivallerde tam anlamıyla yer bulabiliyor filmlerimiz. Telif konusunu aklımızdan bile geçirmediğimiz bir ilişki var bu festivallerle aramızda. Dolayısıyla filmi daha fazla insana ulaştırmak için de devamlı dayanışmaya başvurmak durumundayız. Elbette sinemanın dışında kalacağız, çünkü burada endüstrinin kuralları geçerli değil. Filmlerimizin izlenmesi için olağanüstü çabalarla yıllarımızı veriyoruz. Bunun kurmacaya göre özgürleştiren, güçlü kılan bir tarafı var, ancak sonraki üretimlerinizi de etkileyen, hatta sekteye uğratan tarafları olabiliyor. Belgeselciler arasındaki dayanışma çok güçlü ve tüm süreçler için verdiğimiz çabayla sarf edilen enerjinin kolektif bir çabaya dönüştüğünde ne kadar güçlü sonuçlar yarattığını biliyoruz ama bunu kaynak ve gösterim anlamında bir türlü genişletemiyoruz. Kurmacada ilk filmini yapacak yönetmenler açısından da benzer bir durum var. Bütçe olanakları yaratmak için başvurulacak fonlar çok kısıtlı olduğu gibi bu fonlarda yer bulabilme çabasıyla film üretmek, proje geliştirmek de yönetmenler açısından kısıtlayıcı geliyor bana. Belgeselin güncelliği ve toplumsallığı açısından da doğasına aykırı, siz fonlama beklerken belgeseliniz bir yerlerde akıp gidiyor aslında. Bazen projenizi hazırlayıp arkadaşınızdan ekipman ödünç almak çok daha güçlü sonuçlar yaratabilir. Ayrıca sinema fonlarının önemli ve pek de dillendirilmeyen handikaplarından biri de aslında kimin film yapacağına kimin yapamayacağına dair bir karara dönüşüyor olması. Burada da ölçütler, değerlendirme kriterleri, ilişkiler vs. devreye giriyor. Bu da bir bağımsızlık sorununa neden oluyor ve sakıncalı geliyor bana. Benzer sorunlar yaşayan kişiler olarak sürekli bir başka rekabet alanında buluyoruz kendimizi ve ortak ideali film yapmak olan insanlar için bu durum çok zorlayıcı geliyor bana açıkçası.
'GÖSTERİM KONUSUNDA DAHA SIKI BİR GÜÇ BİRLİĞİNE İHTİYAÇ VAR'
Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?
Elbette, sanırım kameranın, akıp giden yaşamı kaydedebilen bir araçla tanışmanın insanda yaratacağı ilk duygu belgelemek/kayıt altına almak oluyor. Ama yeryüzünde çekilen ilk dokümanter filmlerde bile aslında kurmaca öğeler var. Lumierler, “Bir Trenin Gara Girişi” dediği andan itibaren izleyiciyi konumlandırdığı yerde bile gerçekliğe bir müdahale var. Tarihin bilinen(!) ilk kadın yönetmeni Alice Guy Blache aynı dönemlerde, 1897-1906 arasında yüze yakın kısa ve orta metraj kurmaca film yapıyor. Paralel ilerliyor aslında. Sinemanın değil ama kamerayla kurulan ilişkinin özünde belgeleme isteği var bana kalırsa. Bu, hızlanan teknoloji karşısında hepimizin kişisel tarihinde deneyimlediği de bir süreç. Kamerayla tanıştığımız an genellikle en basit haliyle bir “anı yaratma” çabasındaydık, kaydetmenin şimdiye değil geleceğe atfedilen bir gücü var. Sinemanın ölümsüzlüğüne vurgu yaparken hissettiğimize benzer bir duygu bu. Göremeyeceğimiz kadar uzun bir gelecekte dahi yeri olduğunu/olacağını bilmek müthiş geliyor!
Belgeselin, özellikle son yıllarda geçirdiği değişim heyecan verici. Teknolojinin olanaklarıyla görece daha demokratikleştiğini, fonlara/bakanlık desteğine mecbur kalınmadan daha bağımsız/özgür işlerin üretildiğini söyleyebiliriz. Ancak tüm bunlara rağmen belgesel sinemanın ülkenin meselelerini duyurma, politik dönüştürme gücünü yeterince kullanamıyoruz gibi geliyor bana. Ya da ülkemiz bu anlamda öylesine zengin bir alan ki “yetişemiyoruz” şeklinde de düşünüyoruz zaman zaman. Etrafımız, anlatılması gereken o kadar fazla meseleyle örülü ki bir meselenin, bazen kelimenin en kaba haliyle sadece anlatılmış olması bile çok değerli olabiliyor. Ben içinde bulunduğumuz siyasal atmosferde bu noktaya daha yakın hissediyorum. İtiraz ettiğim ve çekme gücüm olan bir konu üzerinden bir eylem alanı yaratmak daha güçlü bir yol gibi geliyor. Bu elbette kamerayı alıp kayda geçmek anlamında değil, daha hızlı aksiyon alıp harekete geçerek ve tabii ki anlatıya uygun görsel ve kurgusal estetiği de beraberinde geliştirerek. Asıl olarak yaygınlaştırma ve gösterim konusunda daha sıkı bir güç birliğine ihtiyaç var. Filmin hedef grubuna ulaşması ve realitedeki durumun iyileşmesine katkı sunması için festivaller, özel gösterimler dışında yeni yollar bulmak gerekiyor. Çalışılan alanda mücadele yürüten ağlarla, kurumlarla, örgütlü yapılarla bir dayanışma ağı kurulması gerekiyor. Türkiye özellikle son on yılda dayanışmanın da yüzlerce örneğiyle dolu! Bizim, “Ufka Bakma Durağı”nda anlatmaya çalıştığımız tam da bu örneklerden biri. Aksi durumda izlenmesi için yıllarca çaba sarf ettiğimiz filmlerimizin izleyici etkisinden söz etmek hiç mümkün olmuyor, anlamını yitiriyor. “Gönderen: İlhan Sami Çomak” mesela, böylesi bir dayanışmayla, çekim sürecinden başlayarak yapılan haberlerle, gösterimlerde birer foruma dönüşen söyleşilerle, konuya/kişiye dair yarattığı farkındalık ve hareketlilikle bunu net olarak görebildiğimiz bir belgeseldi.
Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Belgesel sinema elbette bir bilgi taşıma aracıdır ama yalnız bu değildir. Bahsettiğin içeriklerin hepsi birer kayıttır. Kişisel, tarihsel ya da politik bir anlamları olabilir. Belki bir belgeselin odaklandığı temayı güçlendirecek tarafları olabilir, ancak kaydedilen her şeye belgesel diyebilmek güç sahiden. Hatta yapılma amacına ve yararlandığı kaynaklara göre dezenformasyonun bu denli arttığı dönemlerde manipülatif amaçlı da olabilirler. Belgesel sinema, bilgi taşımanın yanında, dramatik bir yapıyı, bir anlatımı ve özellikle bugün bir ideolojik bakışı zorunlu kılıyor. Konuyla kurulan ilişki ekseninde sinematografik bir anlatı kurmak gerekiyor. Bazı filmleri izlemek için sadece o yönetmenin yaptığını bilmek yeterlidir. Merak ettiğimiz, o konuya onun nasıl baktığıdır. Seçeceğiniz konuyla başlıyor aslında bu süreç ve senaryodan ses tasarımına dek devam ediyor. Belgeselci o gerçeği bu unsurlarla yeniden inşa ediyor ve seyredilebilir bir film haline getiriyor. Bu şekilde üretilmeyen, sadece bilgiye dayalı çalışmalar belge niteliği taşısa da film niteliği taşımaz bana kalırsa. Ancak bu alanda üretilenlere dair topyekûn bir ret belgeselciler için söz konusu olamaz, çünkü çalıştığımız alana dair her veriye, görsele, belgeye -inandırıcılığı ölçüsünde- mutlaka göz atıyoruz, araştırıyoruz.
Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gerçek olanın en fazla manipüle edildiği ve hakikate erişmenin en sınırlı olduğu dönemlerden biri olan bugün, belgesel deyince akla otosansür ve sansür geliyor ilk olarak. Bilgiye erişim kanallarının sınırsız ölçüde arttığı bir zamanda, toplumun gerçekle arasındaki mesafe de bir o kadar artıyor. Bu da belgeseli daha önemli ve geçerli kılıyor, yönetmene yüklediği endişe ve korkularla birlikte elbette. En çok gizlendiği dönemlerde gerçeği anlatma çabasına girmek çok cesurca bir işe dönüşüyor. Yine de en cesurumuz için bile bünyemize yerleşen, tıpkı bilinçaltı gibi bizi yönlendiren bir otosansür mekanizması kaçınılmaz görünüyor. Hayatta kalabilmek için geliştirilen bir refleks gibi.
Diğer yandan, fikir aşamasından tutalım gösterim ve dağıtım sürecine dek yönetmenleri etkisi altına alan bir müdahaleler silsilesiyle karşı karşıyayız. Yukarıda kısaca değindim aslında, kaynak yaratma rolüne sahip hiçbir kurum/fon/oluşumun bundan azade olmadığı fikrindeyim. Dışında tutmayı, tartışmamayı da değişimi ve bu alanda aşama kaydetmeyi engellemesi açısından doğru bulmuyorum. Ekonomik bağımlılık otosansürle birlikte işliyor ve aslında bizler o yönetmenin hayalindeki filmleri hiçbir zaman izleyemiyoruz, görünmeyen, daha fikir aşamasındayken bir müdahaleyle ortaya çıkmış hallerini izliyoruz. Diğer taraftan bağımsız ve kendi olanaklarıyla çalışan belgeselcilerin görünmez olmasına da sebep oluyor.
Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?
Kurmaca filmler bile dijital mecralarda çeşitli ve daha çok oyuncuların popülerliğine bağlı kriterlere göre yer bulabiliyor. Pandeminin yarattığı yeni koşullarda sinemacılar için yeni bir alan açabilir, ancak belgesel sinemacılar için aynı durumun geçerli olacağını sanmıyorum. Ticari beklentilerin yüksek olduğu mecralarda belgesel sinema ne kadar desteklenir, doğrusu bilemiyorum. Desteklense dahi özgürleştirmenin aksine kabul gören konular üzerinden hareket edileceği için özgürleştirici değil kısıtlayıcı olacaktır. Belli konularda iyi işler üretilecekse ve belgesel yönetmenlerinin bir kanaldan beslenmelerini ve kişisel üretimlerini sürdürmelerini sağlayacaksa elbette olmalı. Yani buradan, belgesel yaparak para kazanan bir yönetmenin bağımsız bir iş yapmasını sağlar ve ekonomik bir rahatlık getirir.
Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Bir uzun metraj senaryonun çalışmaları içindeyiz. Son belgeselimiz “Ufka Bakma Durağı”nın kurgusu ocak sonunda tamamlandı. Bu yılı gösterimlerle ve söyleşilerle geçirmeyi planlarken filmimizle birlikte eve kapandık aslında. Yarım kalan işlerimiz de oldu. Hemen yeni bir biçim kazanarak hızla yeni döneme uyarlandık ve pandemi tecrübesini yaşarken bir yanda dev gibi büyüyen hak ihlallerine tanık olduk. Anlatma isteği ağır bastı tabi, üstelik temas kurmadan, yeni yollar arayarak. Pandemide hepimizin en güvenli alan olarak gördüğü "ev”in, şiddet failleriyle birlikte yaşayan kadınlar için en tehlikeli yerlere dönüştüğünü gördük. Pandemide haklarına erişmede daha büyük zorluklar yaşayan, keyfi uygulamalarla karşılaşan, ama kurtulmayı başarıp “hayatta kalan” kadınların yazdıkları mektuplarla yaşadıkları süreçleri anlattıkları bir video serisi hazırladım. Yaratıcı belgesel tasarımıyla yola çıkıp deneysel bir alana doğru kaydığım bir çalışma oldu. Hikâyeler “ev” teması üzerinden ilerlediği için yaşadığım eve bir belgeselci merakıyla baktığım, saklı hisleri aradığım bir süreç oldu. Daha önce kurguda bu kadar zaman geçirme şansımız da pek olmuyordu, bir deadline’a göre hareket ediyorduk. Benzer konularda çalışmalar olan farklı yönetmenlere ait iki belgeselin daha kurgu süreçlerini yürütüyorum. Hepimizi oldukça zorlayan bu dönemin bitmesini ve “yeni normal”e uyarlanacağımız ve kalabalıklar içinde filmlerimizi çekeceğimiz günlerin gelmesini bekliyoruz sabırsızlıkla.