Cihan Tuğal: Arap Baharı’ndaki tıkanma, Türkiye’yi emperyalist bir rotaya itti

Cihan Tuğal, Arap isyanları sürecinde önü açılan AKP’nin, ayaklanmaların Suriye ve Mısır’da tıkanmasının ardından yaşadığı krizi aşabilmek için emperyalist bir rotaya yöneldiğini düşünüyor. Berat Albayrak’ın istifasını, AKP’nin Biden döneminde kendisine teklif edilen oyunu oynamaya rıza göstermesi olarak yorumlayan Tuğal, Türkiye’de gerçek bir dönüşümün anaakım siyasi partilerden değil, muhalif Kürtler ve Müslümanlardan geleceğini belirtiyor. 

İslam Özkan islamozkan@gmail.com

Rıza imalatı, pasif devrim, organik aydın gibi kavramsallaştırmaların teorisyeni olan Gramsci, köprünün altından akan onca suya rağmen hâlâ akademisyenlere ilham vermeye devam ediyor. Marksizm’in tarihsel akışı içerisinde Gramsci’nin yenilikçi yorumları Marksistler kadar ideolojik çerçeve dışında kalanları da ilgilendiriyor. Bunda şüphesiz onun teoriye hâkimiyetinin yanında faşizmin en karanlık döneminde zindanlarda bedel ödemiş bir aydın olmasının rolü büyük. Cihan Tuğal’la sadece Gramsci’yi değil Arap isyanlarını, Türkiye’nin alt emperyal rolünü, toplumsal değişim umudunu da konuştuk.

NEO-LİBERAL TÜRKİYE MODELİ TATLILIKLA ARAPLARA BENİMSETİLECEKTİ, BAŞARISIZ OLUNCA ZORLAMA DEVREYE GİRDİ

Cihan Tuğal

Küresel bir güç olarak sunulmaya çalışılsa da aslında son 10 yılda otoriterleşen Türkiye, Libya, Azerbeycan ve Suriye’de de tanık olunan militarizasyona paralel hegemon bir güç olarak bölgede yükselişte. Bu yükselişin iç ayağının ekonomik ve siyasi boyutunun zayıf olması nedeniyle bu yükselişin ardından bir gerileme ve çöküş mü beklemeliyiz?

Normal koşullarda cevap evet olurdu ama, küresel koşullar normal değil ve uzun süre de olmayacak. Zaten hükümet buradan cesaret alıyor. Amerika’nın küresel hegemonyası ciddi krizde. Bu krizi birçok devlet değerlendirmeye çalışıyor. Türkiye’nin radikal bir rejim değişimi yaşamasının altında biraz da bu var.

Diğer ana etmen tabii ki ekonomi. Zaten bu kadar dışarıya açılmanın nedeni, ekonominin artık 2010 öncesi gittiği şekilde gidemeyecek olmasıydı. Arap Baharı daha yumuşak bir geçişi mümkün kılacak gibi görünmüştü. Hükümet, 2008 dünya krizinin etkileriyle, neoliberal demokrasiyi Arap dünyasına ihraç ederek baş edebileceği vehmine kapılmıştı. Mısır ve Suriye’de sürecin hızlıca tıkanması, küresel hegemon Amerika’nın etkisizliğiyle birleşince, Türkiye’yi emperyalist bir rotaya itti. Başka bir deyişle, neoliberal ekonomi, yurt içinde miadını doldurmuştu. Ancak sermaye ve model ihraç ederek sürdürülebilirdi. Bu tatlılıkla olmayınca, cebir mecbur oldu.

DAMADIN FEDA EDİLMESİ, AKP’NİN SUNULAN SENARYOYU OYNAMA NİYETİNİN AÇIK GÖSTERGESİ

Peki o zaman yeni dönemde ne yaşanacak sizce? Biden dönemi ABD-AKP ilişkilerine dair öngörüleriniz neler?

Trump, giderayak AKP’ye ve Biden’a çok büyük bir bağışta bulundu. Yaptırımlar Biden’a kalsaydı, çok sert bir yerden başlayabilir, bu da hem AKP’yi hem ABD’yi çok da istemedikleri, sürekli gerginlik ihtiva eden bir ilişkiye zorlayabilirdi. Düşünülen yaptırımların aşağı yukarı yarısı devreye sokuldu şimdi. Ama diğer yarısını da herkes biliyor. Bu, Biden’a tehdit gücü sağlayacak. AKP durumu idare edebilirse, diğer yaptırımlar devreye girmek zorunda değil. Damadın feda edilmesi ve “demokrasi,” “hukuk” gibi sözler, partinin bu oyunu oynamaya hazır olduğunu gösteriyor. Fakat keskin öngörülerden kaçınmak lazım. Hegemonik düşüşün (yani ABD’nin dış siyaset krizinin) en büyük özelliklerinden biri, zaten öngörülebilirliğin ciddi şekilde azalması. Kapitalist rasyonalite, bu oyunun fazla kırıp dökmeden devam ettirilmesini gerektirirdi. Ama artık çok da rasyonel olmayan, o ya da bu Amerikan ya da Türk lideri değil, durumun kendisi.

BIDEN, ORTADOĞU’YU KAOSA SÜRÜKLEYEN KADROLARLA GELİYOR

Obama döneminde başlayan ve Trump’la birlikte devam eden ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik müdahaleci yaklaşımında bir azalma, müdahale biçiminde niteliksel bir değişim görülmekte. Yeni dönemde bölgede doğan boşluğu doldurmaya çalışan diğer aktörler açısından bu süreç beraberinde neyi getirir sizce?

Obama döneminde keskin bir azalma yaşanmadı aslında. Neo-muhafazakar müdahalecilikle bir devamlılık vardı. Aynı şiddette işgallere başvurulmadı ama, varolan savaş ve işgaller kurumsallaştırılmaya çalışıldı. Bundan bir sonuç alınamaması, dış siyaset odaklarında bir zayıflamaya ve Trump’ın içe kapanmacı çıkışına karşı hazırlıksızlığa yol açtı. Ancak Trump, herhangi bir alternatif dış siyaset doktrini ve kadroları olmadığı için, yepyeni bir yön de çizemedi. Biden kabinesi, Trump öncesi dönemi canlandırma vaadi ile geliyor. Fakat tam da o dönem Ortadoğu’daki kaosa yol açtığı için, bunun ne anlama geldiği net değil. Bu noktada tüm başkan ve eğilimleri kesen genel bir yapısal krize dikkat çekmek gerekiyor. Amerika’nın artık rejim yıkacak gücü var ama rejim kuracak gücü yok. Bu da, Putin gibi aktörlerin bölgedeki müdahale alanını genişletiyor. Bunu Trump döneminde net olarak gördük. Başkan değişikliği de Rusya’nın artan etkisini kıramayacak.

KÜRESEL KURUMLAR, OTORİTER KAPİTALİZME DESTEK VERİYORSA BUNU KERHEN YAPIYOR

Küresel aktörlerin dünya ekonomisine sonradan eklemlenen Türkiye gibi periferi ülkeleri için otoriter bir neo-liberalizm öngördüğüne ilişkin tezler yakın zamana kadar dillendirildi. Küresel ekonomik sistem, bu minvalde devam eder mi ve geleceğe ilişkin projeksiyonunuz nedir?

Küresel kurumların öncelikli tercihi neoliberal demokrasi idi, otoriter bir rejim değil. Bir ana eğilim varsa eğer, bunun hâlâ yumuşatılmış, “sosyal” neoliberalizm olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan, çok fazla çatlak ses var artık bu kurumlarda. Neoliberalizmi sorgulayanlar bile var şu günlerde. Hem dünya piyasalarındaki istikrarsızlıktan, hem de neoliberal doktrinin sarsılmasından dolayı, kurumlar eskisi kadar net mesajlar veremiyor. Merkezdekilerin, otoriter neoliberalizme kerhen katlandıklarını söylemek daha doğru olur. Çünkü alternatiflerinden daha da çok korkuyorlar. Şu ana kadar net bir küresel “sol” odak yok, ancak Çin ve Rus ekonomileri, devletçi-milliyetçi kapitalist “sağ” odak olarak yükselişteler. Türkiye ve Macaristan gibi ülkelerdeki devletçi uygulamalar da, şimdilik neoliberal parametrelerde kaldılarsa bile, bu ülkelere öykünüyordu. AKP son bir iki aydır bu öykünmeden vazgeçmiş gözüküyor ama, ben bunun dönemsel bir salınım olduğunu, yeri gelince tekrar “milli ekonomi” söylem ve uygulamalarının devreye sokulacağını düşünüyorum. Ülkeyi bekleyen büyük tehlikelerden biri de, bu yönsüzlüğü fırsat bilen yöneticilerin, ekonomik model filan dinlemeyen şekilde, ideolojisiz bir yağmaya başvurmaları. İlk sorunuza dönecek olursak, ekonominin çöküşü kesin olmasa da, ciddi bir ihtimal olması, bu yağmacı eğilimleri arttırıyor. Hülasa, küresel kurumları tatmin edecek neoliberal uygulamalar, Çin-Rusya işbirliğiyle kalkınmayı sağlayacak devletçi-“milli” bir kapitalizm, ve çöküşü öngören bir yağma arasında gidip geliyor iktidar.

ANAP VE AKP’NİN İLK DÖNEMİNDE GÖRELİ BİR ÖZGÜRLÜK OLSA DA BU DÖNEME NEOLİBERAL YAĞMA DAMGASINI VURDU

Türkiye’de demokratik açılımın genelde daha piyasacı hükümetler döneminde gerçekleştiği buna karşın yönetimlerin devletçi siyaset izlediği dönemlerde ise daha otoriterleştiği yönünde bir algı var. Doğru ya da yanlış, ama son tahlilde toplumcu bir yönetimle demokratik ve katılımcılığı bir araya getirmenin formülü sizce nedir?

Bu algıya göre, en ümitvar dönemler 1950’ler, Özal yılları ve AKP’nin ilk dönemi. Bu zaman dilimlerinde Kürtlerin ve dindar Sünnilerin (yer yer) görece bir rahatlama yaşadığı doğru. Ancak, özellikle Özal ve AKP’nin ilk dönemi, aynı zamanda işçi örgütlülüğüne ve doğaya (ve AKP örneğinde, çevreci hareketlere) bir saldırı dönemiydi. Yani demokrasi bir yerden derinleşirken, başka bir yerden daralıyor. Devletçilikle ve otoriterlikle en çok özdeşleştirilen yıllar ise 1940’ların ilk yarısı ve 1930’lar. Ancak bu algının örttüğü, Ecevit’in 1970ler’de ve SHP’nin ilk birkaç yılında demokratik ve toplumcu yönelimleri bağdaştırmış olması. Bunlar elbette çok yetersizdi.

Devletçi-ulusçu bir hatta kalınarak demokrasi de, toplumculuk da çok derinleştirilemez. Yine de, nasıl Menderes-Özal-AKP hattının belirli düzelmeler getirdiğini görüyorsak, bunları da görmek lazım. Ancak büyük yarılma, bu anaakım partilerden değil, toplumsal hareketlerden gelecek. Toplumcu bir ekonomi, sadece ve sadece işçi, kadın, çevre, gençlik, Alevi, muhalif Müslüman, LGBTQ ve Kürt hareketlerinin taban örgütlenmeleri üzerine inşa edilirse demokratik bir çerçeveye oturabilir. Muhtaç olduğumuz hat, SHP’nin ya da AKP’nin başka bir versiyonu değil. Bu hareketleri, tabana dayanan yeni bir kamusal ekonomi etrafında kenetleyecek bir siyasi ufuk.

GEZİ İSYANI, MUHALİF MÜSLÜMANLARIN KATILIMANA RAĞMEN İSLAM KARŞITIYMIŞ GİBİ SUNULDU

O zaman sizin bahsettiğiniz dinamiklerin bulunduğu Gezi’den bahsetmek istiyorum. Gezi’ye dair sosyal bilimler bakış açısından çokça yazdınız çizdiniz. Gezi olayları sizce Türkiye’de toplumsal ve siyasal bir dönüşüme yol açtı mı? Gezi, Türkiye siyasetini nasıl etkiledi?

Gezi’de yukarıda anlattığım dinamiklerin kıvılcımlarını gördük. Ayaklanma, hem otoriterliğe, hem özelleştirmeciliğe karşı net bir tavır koydu. Ama alternatif bir çerçeve sunamadı. Ve işin temeline de inmedi: Neoliberalizme ve otoriterliğe karşı bir ayaklanmaydı bu, kapitalizme ve devlete karşı değil. Aslında inemezdi de. Çok sınıflı bir ayaklanma olmasına rağmen, temel renkleri ve havası itibariyle Taksim odaklı bir ayaklanmaydı. Bir açıdan ayaklanma Gezi’yi aşıp, “Haziran Ayaklanması”na dönüştü, ancak bu ortak bir muhayyilenin parçası haline gelmedi.

Bu genel hava, muhalif Müslümanların katılımına rağmen, iktidarın Gezi’yi İslam karşıtı bir hareket olarak kurgulamasını kolaylaştırdı. İktidar etrafında yeni bir kenetlenmeye de yol açtı bu kurgu. Yine de, keyfi yönetime, doğa düşmanlığına ve toptan yağmaya karşı on benzemezin bir arada durabildiği bir an, “Gezi ruhu” olarak Türkiye toplumsal ve siyasal kültürüne kazandırılmış oldu. Bu ruhun bir düzen eleştirisine dönüşmesi zaman alacak. Gezi ruhunun, Metal Fırtına ve benzer kesimlerin hareketleriyle beraber yürüyebilmesi, bir iki senede, ya da bir ayaklanmayla başarılabilecek bir şey değil. Bu kesimleri birbirine anlatan, onları aynı çatı ve program altında buluşturan kadrolara ve örgütlenmelere ihtiyaç var. Ki bunun nüveleri de var Türkiye’de.

ARAP BAHARI’NDA OK YAYDAN ÇIKTI ARTIK, TEMEL VATANDAŞLIK TALEPLERİNDEN GERİYE DÖNÜŞ İMKÂNSIZ

Arap isyanlarının ilk versiyonu sönümlendiği gibi ikinci dalgası da sönümlendi gibi görünüyor. Sizce Arap isyanları sürecek mi? Sürecekse bölgeye ve Türkiye’ye etkileri üzerine neler söylemek istersiniz?

Gelinen nokta hayal kırıklığı elbette. Suriye ve Mısır’ın hali ortada. En iyi durumda gözüken Tunus’ta dahi, liberal demokrasi ağır aksak yürüyor ve liberalizmin ötesindeki bütün olumlu dinamikler şimdilik devre dışı. İkinci dalganın bize gösterdiği, tüm bu yenilgilere rağmen, en azından temel vatandaşlık beklentilerinin artık Arap dünyasının en ücra köşelerine yayıldığı ve bu süreçten dönüş olmadığı. Bu, hemen yarın yeni isyanlar olacak ve bu yaz demokrasi gelecek demek değil. Fakat vatandaşlık, hatta özerklik gibi hayallerin ve toplumsal adalet mücadelelerinin, artık Arap dünyasının temel bileşenleri olduğu. Daha da önemlisi, bu ayaklanmaların dünya ayaklanmalarıyla ortak zayıflıklar ve güçler ihtiva etmesi. Hatta yer yer önderlik etmesi. Türk Modelinin Çöküşü kitabımda, 2010-2013 dünya ayaklanmalarının bazı sorunlarını ve kazanımlarını anlatmaya çalıştım ama konu geniş, ve en az bir kitap daha gerektiriyor. Kısaca belirtmek gerekirse, Sidi Bouzid olmasa, Tahrir; Tahrir olmasa Wall Street’i İşgal Et hareketleri yaşanmazdı. Artık Araplara özgü, sadece Arapları ilgilendiren hareketler değil Arap ayaklanmaları. Dalgalanarak, bir geri çekilerek, bir ileri atılarak devam eden dünya devriminin bir halkası. Esas dönüm noktası budur.

RUSYA’DA DEVRİMİN STALİNİZM’LE SONUÇLANMASI BU ÜLKEDE CİDDİ BİR SOL ALTERNATİFİ İMKANSIZ KILDI

Rahmetli “Wallerstein, başarısız devrim yoktur” diyordu siz de yenilgiye uğrayan, çalınan ya da bürokratikleşen devrimler için bitse de aslında bu bir başlangıç diyorsunuz. Öte yandan Ali Şeriati de “sahte ya da çalınmış bir devrim gerçek devrimi ya 100 yıl öteler ya da imkânsızlaştırır” diyor.

 "Başarısız devrim yok” diyemem ama yenilgilerden, çalınmalardan nasıl dersler çıkarıldığı asıl belirleyici olan. Bunların entelektüel dersler olarak kalmaması, örgütselliğe dönüştürülmesi koşuluyla. Arap ayaklanmaları, yenilmelerine ve çalınmalarına rağmen, büyük bir miras bıraktılar. Bolşevik devriminin Stalinizmle sonuçlanması -tam da Şeriati’nin dediği gibi- daha şimdiden 100 yılı geçmiş olan bir zaman diliminde, Rusya’da ciddi bir sol alternatifi imkansız kıldı. Ancak tüm dünyaya, şura tipi taban örgütlenmelerinin (on yıl kadar olsa bile) iktidarı paylaşabileceğini gösterdi. 1917’den önce, bu tür öz-örgütlenmeler en fazla 72 gün, Paris’te belirleyici olabilmişti. 1871 Paris Komünü’nün ezilmesi, Fransa’da bir yüz yıl kadar daha devrimci ayaklanma yaşanmamasıyla sonuçlandı ama, buradan öğrenilenler Rusya’da şura iktidarının temel harçlarından oldu. Bundan sonraki kuşakların 20. yüzyıldan, Arap ve Güney Avrupa ayaklanmalarından ve Gezi’den öğrendikleri de, daha sağlam bir devrim ile sonuçlanabilir.

MUHALİFLERİMİZİN BİR KISMININ HAYAL GÜCÜ, AKP’NİN İLK DÖNEMİNE DÖNÜŞLE SINIRLI

Yazılarınızda, kitaplarınızda ve hatta sosyal medya paylaşımlarınızda merkezde hep Gramsci’yi görüyoruz. Gramsci sizin düşüncelerinizde neden bu kadar merkezî öneme sahip? Başka bir deyişle neden Gramsci okumalıyız?

Gramsci iki temel gerçeği kavramamızdaki en büyük yardımcı. Gelişmiş kapitalizm sadece cebir değil, geniş bir rıza üzerine kurulu. Bu rızanın Türkiye’deki tek örneği AKP’nin kendi etrafına kenetlemiş olduğu taban ve militanlar zannetmeyelim. Daha derin rıza, AKP’ye muhalif olanların bir kısmının hayal gücünün, AKP’nin ilk dönemine dönüşle sınırlı olması.

Gramsci’nin ikinci katkısını anlamak da, buradan siyasi ders çıkarıp uygulamak da çok daha zor. Bu rızaya karşı kolay bir çözüm, dar kadroculukta bulunabilir. “Madem kitleler hegemonyanın yanında, biz de eylemimize kitlesiz başlar, sonra onları yanımıza çekeriz,” denebilir. Bu stratejiye, Lenin’in tarihsel pratiğiyle sadece zayıf bağları olmasına rağmen, “Leninist” deniliyor. Devrimci solun daha demokratik kesimleri, sözde Leninizm'e karşı çözümü kitle ayaklanmacılığı ya da özerkçiliğinde buluyor ki, bu da geniş rızanın varolduğu durumlarda gerçekçi bir strateji değil. Gramsci ise, özerkçiliği ve ayaklanmacılığı kadroculukla birleştiren bir strateji geliştirdi. Bu stratejiyi anlamak için, hem Bolşevik devrimini, hem de bunun bürokratikleşmesinden ne sonuç çıkarmamız gerektiğini daha uzunca açmamız gerekiyor. Bunu da başka zaman konuşabileceğimizi umuyorum.

MUHALİFLİKTEN ARTA KALAN RADİKAL İSLAMCILAR, İÇERDE KONSOLİDASYON, DIŞARIDA NÜFUZ İÇİN KULLANILDI

Ben de öyle umuyorum. Peki “Pasif Devrim” kitabınızda bahsettiğiniz ve muhalif İslamcıların ‘İslamcılığın teslim alınışı ve gasp edilişi’ dediği süreç, yani İslami muhalefetin merkeze çekilmesi ve soğurulması süreci tamamlandı mı? Şu an Türkiye İslamcılığının hali pür melaline ilişkin düşünceleriniz nedir? Ya da yeni süreçte İslamcılığı neler bekliyor?

Pasif devrim, Gramsci’nin kavramsal katkılarından bir diğeri. Muhalif kadro ve söylemlerin düzenle bütünleşmesini anlatıyor. AKP’nin, Türkiye’de neoliberal kapitalizmin gelişmesine ve kabul görmesine büyük katkısı bu oldu. Hemen ekleyeyim, bu süreç, Pasif Devrim yayınlandıktan sonra şekil değiştirdi. Bir gecede olmadı tabii bu değişiklik. Hükümet serbest piyasacılıktan uzaklaşıp milliyetçileştikçe, bir süredir suskun kalan ya da yönünü şaşıran radikal İslamcılar için yeni bir hareket alanı doğdu yavaş yavaş. 70’ler ve 80’lerin radikalliğine dönülmedi elbet. Ama o yılların radikal kadro ve söylemleri, devletin yön değişikliğinde belirleyici oldu.

Bu gelişmeleri Türk Modelinin Çöküşü kitabımda anlattım biraz. Birebir özdeşlik kurmak yanlış olur ama, Gramsci’nin irdelediği klasik pasif devrimlerle hâlâ bir paralellik görüyoruz son yıllarda: Muhaliflikten arta kalan radikalliğin, içeride konsolidasyon, dışarıda saldırganlık için kullanılması. 1930’ların sonlarında Almanya ve İtalya’da olduğu gibi, “sistem karşıtlığı”nın, aslolarak dünya sisteminin varolan dengelerine karşı bir mini-emperyal müdahaleye indirgenmesi. Pasif devrimin ilk kitabımda tahlil ettiğim şekli ise, Deva ve Gelecek benzeri partilerle devam ediyor.

MUHALİF İSLAMCILIK EN BÜYÜK ATILIMINI İRAN İSLAM DEVRİMİYLE YAŞADI

Tüm bu pasif devrim süreçlerine ters giden dinamikler de var. Anti-kapitalist Müslümanlar, Emek ve Adalet Platformu ve benzeri çevrelerin 1 Mayıs gösterilerine düzenli katılmaya başlaması, Gezi Ayaklanması’nda da yer alması, hem İslamcılığın hem de Türkiye sosyalist kültürünün başka bir olgunluk düzeyine eriştiğini gösteriyor. Elbette muhalif İslamcılıkta en büyük atılım İran Devrimi’ne giden süreçte yaşanmıştı. O kitlesellikte bir gelişme yaşamadığımız aşikar. Ancak orada (örneğin Ali Şeriati’nin diğer açılardan çok gelişmiş olan metinlerindeki sığ Marksizm eleştirisinde gördüğümüz) bir hamlık vardı. Bu hamlık, hem devrimin yozlaşmasının, hem de yeni diktatörlüğe muhalif olanların Şeriati’den (son birkaç seneye kadar) el çekmesinin önünü açmıştı. Bugün Türkiye’de, bu deneyimleri (ve AKP’nin pasif devriminin çıkmazlarını) dikkate alan yeni hareket ve kadroların öncülleri oluşmuş durumda. Bu da geleceğe dair bir umut ışığı.

Cihan Tuğal kimdir? 

1997’de Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra, Michigan Üniversitesi’nde doktora eğitimi gördü. 2005’ten itibaren Kaliforniya Üniversitesi (Berkeley) Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmakta. Pasif Devrim, Türk Modelinin Çöküşü, Caring for the Poor gibi kitapların yanında, birçok akademik ve politik makale yayınladı. Halihazırda siyasi ve bilimsel çalışmaları kapitalizme alternatifler, popülizm ve ekolojik kriz üzerine yoğunlaşıyor.

Tüm yazılarını göster