Cihan Ülsen: Cezaevleri ikinci cezaya dönüştü
Diyarbakır Barosu Cezaevi Komisyonu üyesi Cihan Ülsen, darbe girişiminden sonra cezaevlerinde hak ihlallerinin arttığını ve Türkiye’de cezaevlerinin ikinci bir cezalandırma amacıyla kullanıldığını söyledi.
DİYARBAKIR - Selahattin Aytek 2010 yılında tutuklandı. Bir süre Diyarbakır Cezaevi’nde kaldıktan sonra Muş Cezaevi’ne nakledildi. Burada Herediter Spastik Paraparezi (HSP) hastalığına yakalandı ve ihtiyaçlarını tek başına göremez hale gelince, 15 Eylül 2015’te tahliye edildi. Tahliye edildikten sonra Diyarbakır, Ankara ve Kocaeli’nde tedavi gördü ancak hastalığının ilerlemesi nedeniyle tedaviye olumlu cevap veremedi ve hayatını kaybetti. Aytek’in ölümünün ardından cezaevinde yeterince tedavi edilmediği yönünde iddialar gündeme geldi. Yakınları tahliye edildiğinde ellerini ve ayaklarını kullanamayacak durumdaydı ve yatalak olduğunu, zamanında ve dışarıda tedavi edilse, hastalığın bu kadar ilerlemeyeceğini ve ölüm riskinin bu kadar yüksek olmayacağını açıkladı.
Selahattin Aytek cezaevinde hastalanan ve cezaevi koşulları nedeniyle yeterince tedavi olmadığı için hayatını kaybeden ilk mahpus değildi elbette. İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi her hafta hasta mahpusların durumuna dikkat çekmek için eylem gerçekleştiriyor. Aynı şekilde İHD Diyarbakır Şubesi de her hafta düzenlediği, “Kayıplar bulunsun, failler yargılansın” eyleminde hasta mahpusların durumuna dikkat çekmeye çalışıyor. Ancak bütün bu kamuoyu oluşturma girişimlerine rağmen yeterince bir hassasiyetin oluştuğu söylenemez.
Öte yandan darbe girişiminden sonra cezaevlerinde hak ihlallerinin yapıldığına dair çok sayıda rapor hazırlandı ve bunlar kamuoyu ile paylaşıldı. Fakat cezaevinde gerçekleşen hak ihlallerine yönelik bir hassasiyet oluştuğu da söylenemez. Konuyla yakından ilgilenen sivil toplum kurumlarının çabası da yeterli olmuyor ki cezaevlerindeki ihlaller yeterince gündemde kendisine yer bulamıyor.
Konuyla ilgili görüştüğümüz Diyarbakır Barosu Cezaevi Komisyonu üyesi avukat Cihan Ülsen de bu konuda yeterli bir hassasiyet oluşmadığına dikkat çekerek, “Cezaevlerinde son iki yılda çok hak ihlali yapılmaya başlandı. Buraya ciddi şekilde yönelmemiz ve en ufak hak ihlalinde gündem yaratmamız lazım” dedi.
İhlallerin darbe girişiminden sonra arttığını vurgulayan Cihan Ülsen, cezaevleri hakkındaki sorularımızı yanıtladı.
‘KİMSE DÖNÜP CEZAEVİNE BAKMIYOR’
Hasta mahpusların durumuyla ilgili İHD İstanbul’da her hafta eylem yapıyor. Diyarbakır’da da “Kayıplar bulunsun, failler yargılansın” eyleminde her hafta hasta mahpusların durumu dile getiriliyor. Diyarbakır Barosu da konuyla ilgili raporlar hazırladı. Buna rağmen toplumsal bir duyarlılıktan söz etmek mümkün değil sanki. Bunu nasıl açıklamak mümkün?
Genel bir duyarsızlık var. Bölgedeki cezaevleriyle ilgili raporlar hazırladık, acil dönemlerde tek tek cezaevleriyle ilgili açıklamalar yaptık, yapıyoruz. Ama sadece hasta tutuklularla ilgili değil, cezaevlerinin genel durumuyla ilgili bir toplumsal kayıtsızlık var. Özellikle darbe girişiminden sonra FETÖ’den dolayı içeri alınanlarla ilgili de ciddi bir sıkıntı yaşanıyor. Darbe girişiminden sonra sadece cezaevleriyle ilgili değil bütün meselelerle ilgili insanlar konuşmamaya başladılar. Bu konuşmama durumu da cezaevleri idarelerinin daha fütursuz olmasına neden oluyor. İHD’nin ve bir de Diyarbakır Barosu’nun konuyla ilgili çalışmaları var. Ama ne yazık ki cezaevleriyle ilgili kamuoyunu yönlendiremedik. Bireysel meselelerle ilgili bir duyarlılık oluşuyor ama ondan sonra mesele kapanıyor. Oysa tutsakların eğitim hakkından sağlık haklarına, yaşadıkları hak ihlallerinden yakınlarının tutuklu ve hükümlülere ulaşmasına kadar sorunlar var. Mesela aileleri Diyarbakır’da oturuyor ama Edirne’ye, Manisa’ya, Ordu’ya gönderildiler ve bu bir politika haline getirildi. İşte bütün bunlar üst üste yığılınca cezaevlerinde ciddi bir sorun meydana geliyor. Ama bir türlü insanlar dönüp oraya bakamıyor.
Neden böyle? Çalışmalarınız mı yetersiz?
Dört dörtlük bir şey yaptığımızı söyleyemeyiz ama elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Yine de her yere ulaşmaya çalıştığımızı söyleyebilirim. Mesela Osmaniye Cezaevi’nde bir şey oluyor, Diyarbakır Barosu’na başvuru yapılıyor. Ya da Rize'de bir şey oluyor, Diyarbakır Barosu konuyla ilgilenip rapor hazırlıyor. Bu da oradaki sivil toplum kurumlarının ya da Türkiye çapında faaliyet yürüten kurumların bu konuya çok yönelmemesiyle ilgilidir. Şunu da söylemeliyim, dışarıda o kadar insan hakkı ihlali yapılıyor ki, insanlar kafalarını kaldırıp cezaevine bakamıyor. Ama cezaevlerinde son iki yılda çok hak ihlali yapılmaya başlandı. Buraya ciddi şekilde yönelmemiz ve en ufak hak ihlalinde gündem yaratmamız lazım. Mesela 1 yıl içerisinde Elazığ Cezaevi ile ilgili çok sayıda şikâyet geldi, birkaç defa başsavcıyla da görüşüp raporlar hazırladık. Şimdi nispeten durum daha iyi ama bu arada Mardin Cezaevi’nden yoğun şikâyetler gelmeye başladı ve burayla ilgili de rapor hazırlayacağız. Aynı şekilde Tarsus Cezaevi… Tarsus’la ilgili iki rapor hazırladık. Ama bütün bunlar Diyarbakır Barosu’nun tek başına yapacağı işler değil. Bütün toplumun cezaevleriyle ilgili duyarlılık göstermesi lazım. Buna medyanın duyarsızlığını da eklemek gerekiyor. Hazırladığımız raporlar muhalif dediğimiz medya dışında bir yerde kendine yer bulamıyor. Pozantı Cezaevi’ni hatırlayın, orada çocuklara tecavüz edildi. Ama o çocuklara tecavüz edilmesinden çok, o çocukların dağa çıkması tartışıldı ve haberi yapan muhabir tutuklandı.
'DEVLET, CEZAEVLERİNİ İKİNCİ BİR CEZALANDIRMA YERİ OLARAK GÖRÜYOR'
Devletin cezaevlerine yaklaşımıyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Cezaevlerinin nasıl bir yer olduğuyla ilgili ciddi kafa karışıklığı var. Devlet, tırnak içinde söylüyorum, cezaevlerini “bir ıslah etme” yeri olarak görmüyor, kendine muhalif olan grupları, cemaatleri baskılama yeri olarak görüyor. Yasal mevzuatı değiştirme konusunda hem Türkiye’den hem de Avrupa Birliği’nden birçok rapor gitti Adalet Bakanlığı’na ama hiçbir değişiklik yapılmadı. Çünkü cezaevindekileri baskı altında tutmak gibi bir düşüncesi var devletin. Bununla ilgili saik ne olabilir? Devletin, özellikle 1980’li yıllardaki cezaevi politikası biliniyor ve o yıllarda cezaevlerinde yaşanan direnişler de. Dolayısıyla devletin bilinçaltında cezaevleriyle ilgili ciddi bir korku var. Bu nedenle devlet, cezaevlerini ikinci bir cezalandırma yeri olarak görüyor. Biz hep söylüyoruz, tutuklama bir tedbirdir ama Türkiye’de tutuklama artık bir tedbir için gerçekleşmiyor, bir ceza olmaya başladı. Cezaevine girdikten sonra baskılarla ikinci bir ceza veriliyor ve bu şekilde insanlar sindirilmeye çalışılıyor. Bu nasıl oluyor? Hak ihlalleri yapılıyor, eğitim ve sağlık konusunda sıkıntı çıkarılıyor. Kitap hakkı gibi basit bir mevzu bile büyütülüyor. Cezaevlerinin bugün bu halde olmasında temel saik cezalandırmadır. Oraya düşen tutuklu ya da hükümlüyü “topluma yeniden sağlıklı bir birey olarak kazandırma” yerine daha fazla baskılayıp yeniden cezalandırmayı deniyor.
Hükümet geçmişte işkenceye sıfır tolerans vaat etmişti. Ama öyle anlaşılıyor ki bu işkence iddialarına kararlı bir müdahalesi de yok.
İşkence yoğunlaştı çünkü işkenceyi uygulayan kamu görevlisi hakkında ne idari ne de adli bir yaptırım uygulanmıyor. Yaptığımız bütün başvurular takipsizlikle sonuçlandı. Takipsizlikle sonuçlanan her dosyada devlet, kamu görevlisine aslında şunu söylüyor: Yapmış olduğun eyleme devam edebilirsin, benim gözümde bir sıkıntı yok. Öte yandan cezaevinde işkenceyi ispat konusunda da sıkıntı yaşanıyor. İşkenceyi gören doktora gidiyor, doktor sağlam raporu veriyor ya da hiç doktora gidemiyor. Dışarıya yansıdığı zaman ya da biz müdahale ettiğimiz zaman bir müddet duruyor işkence ama cezasızlıkla karşı karşıya kalıyoruz. Kamu personeli de “Devlet de bir şey demediğine göre demek ki ben doğru yapıyorum” şeklinde bir mesaj alıyor. İdare disiplin cezası vermiyor, savcı takipsizlik veriyor, hal böyle olunca işkence mutat hale geliyor.
Cezaevi yönetimi de örneğin ayakta sayım talep edebiliyor mahpuslardan…
Tabii. İşkence dediğimizde insanların aklına falakaya yatırmak, elektrik vermek gibi fiziki bir işkence geliyor. Ama ayakta sayım yapmak, tutuklular arasında görüşme, avukatla görüşme, hücre cezası ve benzerleri de psikolojik şiddettir. Hapisteki insan bir ilaç alacak ama revire gitmesi 3 gün sürüyor. Bu da bir işkencedir ve idarenin bir çeşit ‘terbiye etme’ yöntemidir.
CEZAEVİNDE SAĞLIK HAKKI
Birkaç gün önce, hastalığı nedeniyle 2015’te serbest bırakılan Selahattin Aytek hayatını kaybetti. Hasta ya da ihtiyaçlarını kendi başına karşılayamayacak mahpuslar dışarıda tedavi olabilmek için neden serbest bırakılmıyor?
Ceza infaz kanununa göre tutuklu ve hükümlülerin genel koşulları infaz savcısına verilmiş. Yani infaz savcısına diyor ki, tutuklu ya da hükümlü ile ilgili bir sıkıntı yaşarsan, sen başvuru yap. Bu oluyor mu, hayır. Birincisi budur. İkincisi, yetersiz bir mevzuat söz konusu. Mevzuat diyor ki, iyileşme ihtimali kalmamışsa serbest bırakın. Mevzuat uygulayıcıları da bunu sonuna kadar kullanıyor. Kanun infazın geçici olarak durdurulmasını düzenliyor. Sağlığına kavuşuncaya kadar infazını dışarıda yapabilir. Bunu geçmiş sürelerden saymıyor ve sağlık durumu düzeldiğinde tekrar cezaevine giriyor. Ancak bu yetersiz mevzuat öyle mayınlı bir zeminde ki orayı geçmeniz mümkün değil. Mesela diyor ki, “hayati tehlike teşkil ediyorsa”, “tek başına hayatını idame edemiyorsa”, “toplum güvenliğini tehlikeye düşürüyorsa…” Böyle kriterlere göre Adli Tıp’tan rapor almanız mümkün değil. Çünkü “toplum güvenliğini tehlikeye düşürüyorsa…” deniliyor. Adli Tıp uzmanının buna göre bir rapor verme imkânı yok. Çünkü toplum güvenliği dediğinizde çok geniş bir yorumlama alanı karşınıza çıkıyor. “Tek başına hayatını idame edemiyorsa” diyor mesela. Neye göre tek başına? Hücredeki arkadaşları ona yemek yediriyorsa bu hayatını tek başına idame ediyor anlamına mı geliyor? Adli Tıp, “arkadaşları bakabilir” diyerek tahliyesi yönünde rapor vermiyor çoğunlukla. Mevzuat böyle ucu açık düzenlenince savcılıklar da Adli Tıp da istediği gibi rapor veriyorlar. Hasta tutukluların, hükümlülerin tedavilerini dışarıda yapmalarına imkân bırakmıyorlar. Biz diyoruz ki, Adli Tıp’a götürmeyin dosyaları. Çünkü Adi Tıp da bir devlet kurumu. Bunu bağımsız sağlık örgütleri değerlendirsin istiyoruz. Adli Tıp’ın Alaaddin Çakıcı ile ilgili raporunu kamuoyu gördü. O raporu veren de Adli Tıp, ölmeye yakın insanın cezaevinde kalabileceğine dair rapor veren de Adi Tıp.
Hazırladığınız raporlara siyasi partiler yeterince ilgi gösteriyor mu?
Hazırladığımız raporları Meclis’te grubu olan partilere, sivil toplum kurumlarına, Cumhurbaşkanlığına, Başbakanlığa da gönderiyoruz. HDP birkaç kez Meclis gündemine taşıdı ancak bu da karşılık bulmadı ne yazık ki.
Aslında dramatik bir durum mevcut. İnsanlar cezaevinde hastalanıyor ve ölmek tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor. Aynı şekilde aileleri dışarıda hasta yakını için endişeleniyor. Buna rağmen hükümetin bu konuda düzenleme yapmaması hatta gündemde hiç böyle bir şey yokmuş gibi bir tutum sergilemesini nasıl yorumlarsınız?
Hükümet mevcut durumdan, mevcut ceza ve infaz sisteminden memnun. Meclis İnsan Hakları Merkezi’nin hazırladığı raporlar, CHP’nin Elazığ Cezaevi ile ilgili hazırladığı raporlar var. Ama hiçbir şekilde bir düzenlemeye gitmiyorlar. Bundan çıkaracağımız tek sonuç, mevcut durumdan memnun olduklarıdır. Mevcut durumu konuşmayınca gündem olmuyor, gündem olmayınca kamuoyu da oluşmuyor. Kamuoyu baskısı olmayınca mevcut durum ‘sorunsuz’ devam ediyor.
'ADLİ TIP'IN CEZAEVLERİNDEN ELİNİ AYAĞINI ÇEKMESİ LAZIM'
Bu sorunun giderilmesi için Baro olarak sizin önerileriniz nedir?
Yaklaşık 1200 ağır hasta var cezaevlerinde ve bunlardan 450’si ölüm tehlikesi sınırında. Bir kişi ölmüyor orada; bunların yakınları var, cezaevi arkadaşları var. Bunlar bir hukuksuzlukla karşılaştıklarında devlete olan inançlarını kaybederler. Hukuk fakültesinde hukuk güvenliğini öğrendik. İnsanlar kendilerini hukuki anlamda güvende hissetmeli. Adli Tıp’ın cezaevlerinden elini ayağını çekmesi lazım. Adli Tıp yerine bağımsız bir kurul oluşturulabilir ve bu kurul Sağlık Bakanlığı ile bir protokol imzalayarak gelen dosyaları inceleyebilir ve buna göre bir tedbir alınabilir. Bundan korkmamak gerekir. Kamu güvenliği diyorlar mesela, hasta bir insan tedavi için hapisten çıkmış, kamu güvenliğini nasıl tehdit edebilir? Adli kontrol denilen bir sistem var, bu uygulanabilir, tedavi için dışarı çıkanlar ev hapsinde tutulabilir. 1200 kişiden bahsediyoruz, eğer devlet bu 1200 kişiyi denetleyemiyorsa, zaten sistemde bir sıkıntı var demektir.
'SİSÊ BİNGÖL TEDAVİYİ REDDETTİ'
Hasta ve yaşlı hükümlü Sisê Bingöl zaman zaman gündem oluyor ama ısrarla içeride tutuluyor. Üstelik Bingöl, uğradığı haksızlıklardan dolayı tedaviyi reddettiğini de açıkladı. Bunu nasıl açıklamak mümkün?
Mahkeme sağlık durumundan dolayı serbest bırakılmasını istedi. Demek ki mahkemenin önüne gelen dosyada Bingöl’ün durumuyla ilgili ciddi sorun vardı. Ama dosya istinat mahkemesine gitti, orada onandı ve onu cezaevine aldılar. Türkiye ceza infaz sistemindeki tek söz sahibi savcıdır ve burada da sıkıntı vardır. Bunun da değişmesi lazım. Bağımsız mahkemelere daha fazla öncelik verilmesi lazım. İnfaz hakimliği kuruldu ama infaz hakimliğinin denetleme görevi sınırlandırıldı. Tek patron savcıdır. Tek patron savcı oldukça, Adli Tıp’ın yapısı bu oldukça Sisê Bingöl ve onun durumundaki tutuklu ve hükümlülerin durumu da bu şekilde kangren gibi devam edecek. Bingöl’ün tedaviyi reddetmesiyle birlikte savcılık hiçbir başvuru yapılmadan, kendiliğinden onu serbest bırakmalıydı, infazını ertelemeliydi ve dışarıda tedavisine devam etmesine olanak sağlamalıydı. Ama bunu yapmadı. Ancak öleceği kesinleştiğinde serbest bırakacaklar. Ama bir de şöyle bir şey var, onun durumunu cezaevinde yaşadıklarıyla değerlendirirsek hataya düşeriz. Onun yargılanma süreci, yargılanma biçimi, verilen ceza, mahkemenin tutumu ve bugün yaşadıklarına kadar bütün süreci değerlendirmek lazım. Bingöl’e, “örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemekten” ceza verdiler. Bu ceza tipini, şu anda FETÖ’den içeride olan hakimler uydurdu, bu ceza kanununda yeri olmayan bir cezadır. FETÖ ile mücadele edildiği söyleniyor ama FETÖ’den tutuklu bu hakimlerin verdiği kararların hiçbiri yeniden yargılanmaya tabi tutulmuyor. Bu suçtan dolayı verilmiş olan bütün mahkumiyet kararlarının gözden geçirilmesi lazım. Bingöl’ün dosyasını takip eden avukatların da belirttiği gibi somut bir delil yok, sadece şüpheden kaynaklı bir durum mevcut. Anadolu Ajansı da yargılama başlar başlamaz ‘Sisê kod adlı terör örgütü üyesi’ diye lanse etti. Buradan başlayarak Sisê Bingöl’e ceza verilmişti aslında.
'AVRUPA, ‘CEZAEVİNDE DE OLSA O BİR İNSAN’ DİYOR'
Hasta mahpuslarla ilgili dünyada nasıl uygulamalar var? Bu konuda da bilgi verebilir misiniz?
Uluslararası mevzuat bu konuda çok açık. Bir insanın cezaevi koşullarında tedavisi mümkün değilse, dışarıda tedavi görmesi gerekiyorsa serbest bırakılıyor. Bu, Avrupa cezaevleri mevzuatında çok açık bir şekilde yazılıdır. Ancak ne yazık ki Türkiye bu mevzuatı uygulamıyor. Çünkü cezaevini bir cezalandırma yöntemi olarak görüyor. Ama Avrupa’da bu konuda çok hassaslar, eğer acil tedavi görmesi gereken bir hasta varsa dışarıda tedavi olmasına olanak sağlanıyor. Çünkü, “Bir suç işledi, orada ne olursa olsun cezasını çeksin” demiyorlar. Orayı, cezaevini bir ıslah, topluma yeniden kazandırma, bireyi yeniden özgür kılma aracı olarak görüyorlar. "Suç işlemiş olabilir ama o bir insan ve cezaevinde de olsa hakları var" diye düşünüyorlar. Cezaevine giren insanın bütün hakları elinden alınmıyor. Hükümlüyse mesela oy kullanamıyor. Ama sağlık, eğitim, kişiliğini oluşturma haklarını kullanabilir. Bir suçtan dolayı bir yerde tutuluyor, böyle bakmak lazım. Bu tutulmayı başka bir cezalandırma yöntemi olarak kullanmaya kalkarsanız hak ihlalleri kendiliğinden oluşur.
Cezaevlerinde tek tip kıyafet meselesi gündemden düştü sanki. Oysa kıyafetler hazırlanmış hatta Diyarbakır’a gönderilmişti. Nedir son durum?
Gündemden düşmesi iyi oldu. Çünkü tek tip kıyafet uygulaması başlamış olsaydı büyük bir ihtimalle cezaevlerinde büyük sorunlar baş gösterecekti. Biz ne olur ne olmaz diyerek bununla ilgili bir çalışma grubu da oluşturduk. Ama kanaatimce savcılıklar ve cezaevi müdürleri bir rapor verdiler hükümete. Tek tip kıyafet uygulamasının ciddi sıkıntılara neden olabileceği ile ilgili. Akli değildi ve bir geri dönüş yaptılar sanki. Ama hükümet konuyu gündemden düşürerek bu arada yasal çerçeveyi hazırlıyor olabilir. Yasal çerçeve hazırladıktan sonra tek tip elbise uygulaması yeniden gündeme gelecektir ve cezaevlerindeki sorunlar daha ciddi boyutlar kazanacaktır.