İç açıcı, ferahlatıcı, renkli, özellikle yeşil, iyi, güzel hiçbir şey bırakmamaya kararlı, fırsatçı, açgözlü, gaddar bir güruh, sanki her sabah kalkıyor, “bu memlekette başka neleri yok edebilirim?” diye beyin fırtınasına koyuluyor, akşamına yeni melanetler, musibetler, felaketler akıl etmiş olarak kolları sıvıyor. Biz de ertesi sabah bildik inşaat gürültülerinin üzerine yenilerinin eklendiğini duyarak, dün ağaç gördüğümüz yerde bugün açılmış çukura şaşkınlıkla, üstümüze gelen beton kamyonlarına korkuyla bakarak, öyle kalakalıyoruz.
Kalpsizliğin, çıkar düşkünlüğünün, memleketi ve üzerinde yaşayanları sevmezliğin bu kadarını sindirmede zorlandığımız süreyi geçirdikten sonra, silkiniyor, bir şeyleri kurtarmak için koşuşturmaya başlıyoruz. Bazen kurtarabiliyoruz, bazen felaketi geciktirebiliyoruz, çoğu zaman da ya büyük yıkımlar bir anda gerçekleştiriliyor, iş işten geçmiş oluyor ya yıkıcı kuvvet zorbalıkla birleşiyor, bizi eziyor, kurtaramıyoruz.
İstisnasız hepimizi ilgilendiren, hepimizi batıracak-çıkaracak içerikteki mevzular bile karşı karşıya mevzilenmiş iki tribünden atılan sloganların ve edilen küfürlerin konusu olduğundan, ağacı, toprağı dahi hep beraber koruyabilmemiz söz konusu değil.
Oysa doğrudan çıkar sahibi bir avuç kötü ruhlu iş insanı ve onların rüşvet dağıttığı, yine bir avuç siyasetçi dışında herkesin pekâlâ aynı safta bulunabileceği, hattâ buna mecbur olduğu haller yaşıyoruz.
Zeytin ağacının bir ülke için anlamını, zeytinliklerin varolup olmamasının bizzat o ülke insanlarının varoluşunda yaratacağı farklılığı falan geçtim, zeytin ihracatında iddialı olabilecek bir ülkeyi zeytinliksiz bırakmaya kalkmak, nasıl bir akıl-fikir mesaisinin sonucudur? Üzüm bağlarını söküyor olsalar, haydi, şaraptı, içkiydi, bahaneler bulunacaktır; zeytini yok etmeye kalkmak, Hayrettin Karaman’ın uyduruk fetvalarıyla dahi izah edilebilecek iş değil! Neden öyleyse? Ve nasıl?..
İNSAN HAYATI NELERDEN MEYDANA GELİR?
Merak etmeyin, bu anlamsız cevap arayışını uzatmayacağım. Zaten özel olarak, haydi zeytini yok edelim, diye yapmıyorlar. Karşılığında öyle büyük çıkarlar söz konusu ki, “o da olmayıversin” diyorlar. Zeytini umursamıyorlar. Bu, son yıllarda -başta üniversite- pek çok alanda izlediğimiz üzre, neyi yok ettiğini bilmeden kırıp dökenlerin tipik tavrı.
Kendi çocuklarının geleceğini de umursamıyorlar. Bu onlar için çok kolay oluyor. Çünkü “elbette umursuyoruz” diyorlar ve çocuklarına bırakacakları para-pulu, apartmanı, şirketi, şunu bunu işaret ediyorlar.
Çünkü onlara göre insan hayatı, sahip olunandan, satın alınabilenden, bankaya yatırılabilenden filan oluşuyor. Yani aslında bir anlamda dindar değiller. Din mutlak iktidarın devamı için yetmediğinde ırkçılığa kolayca kayıvermeleri temelsiz değil. Dolayısıyla, “kültürel iktidar” meselesindeki yapısal acizliklerinin tek sebebi dünya görüşlerinin her türlü yaratıcılığı içine soktuğu cendere değil. Muhayyile nelerle meşgûl, “hayat görüşü” neleri seçiyor, neleri tarif edebiliyor, buralardaki dert büyük. Üstelik yapısal. Yani dermanı oralarda bulunamaz. Bulunamıyor da işte. Bu cezbedici mevzuya sapmayalım ve işin maddiyat tarafında kalalım.
TARKAN VE BAKAN
Pop yıldızı Tarkan, zeytinlikleri yok etmeye kalkışma hunharlığına itiraz etti, şöyle bir tweet attı: “Bir ülkenin en büyük nimeti, değeri onun doğasıdır. Zeytin ağaçları Anadolu’nun hazinesidir belleğidir. Rant için zeytin ağaçlarına kıymayın.”
Pop yıldızları, toplumca tanınan bilinen şarkıcılar, oyuncular, kamusal figürlerdir ve bu tarz meselelerde birşeyler demeleri, insanları sorumluluğa, bir duyguyu paylaşmaya vs. çağırmaları son derece normaldir.
Ve fakat bir siyasetçi çıkıp, “Tarkan işine baksın” demeye getirdi: Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü, “Tarkan’ın zeytinlikleri mi varmış?” diye sordu. “Ne yapacakmış zeytinlikleri? Tarkan’ın şarkılarını seviyoruz. Tarkan şarkılarını söylesin.”
Siyasetçinin başkalarına “işine baksın” demesi, alıştığımız, bildiğimiz bir tavır. Özellikle Türk sağcı siyasetçisi otoriterlik özlemiyle yanıp tutuşur, birileri çıkıp yetkisini kısıtlayacak diye ödü patlar, hele danışmak, hesap vermek, kitabında hiç yazmaz, “öyle yapıyorsunuz da, şu tarafını düşündünüz mü?” sorularına en hafifinden yıkıcılık, bozgunculuk gözüyle bakar. Bu kısmı üzerinde azıcık durmak bile çok sıkıcı; geçelim.
Bakan Faruk Özlü, sözün duyulması üzerine pek çok kişinin dikkati çektiği üzre, aslında tipik bir kafa yapısının tezahürünü ortaya koymuş oldu: Çıkarın yoksa sana ne?
RESMEN YAYGIN KÜLTÜR!
“Çıkarın yoksa sana ne” anlayışı, takıntısı… buna ne desek? Valla, abartılı bulabilirsiniz, ama ben “kültürü” diyebileceğimizi düşünüyorum: ÇıkarınYoksaSanaNe kültürü. E, fena durmadı böyle yazınca. Altını beslemek için savcının Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’ya sorduğu soruyu hatırlatayım: Açlık grevine karşılık kendilerine ne çıkar vaat edildiğini sormuştu devlet adına suçlayıcı makamı işgal eden kimse. Ne karşılığında kendinizi öldüreceksiniz? Bunun için size ne veriyorlar?..
ÇıkarınYoksaSanaNe kültürü, ne yazık ki en taze açlık grevi ve zeytinler örneklerinden hareketle düşünülebileceği gibi, sağcı Türk siyasetçisine özgü bir melanet değil. Bu toprakların en yaygın, en köklü kültürel temeltaşlarından. Zeytini korumada birleşemeyiz ama bunda pekâlâ ayrıştırılması zor bir bütün oluşturuyoruz. Bundan azâde olanlar toplumun yüzde üçü-beşi ediyorsa ne mutlu!
ÇıkarınYoksaSanaNe kültürü’nün tezahürlerini her yerde, her kesimde kolaylıkla bulabiliriz. Bilmemkim şu konuda şunu dedi ve hoşumuza gitmiyor mu? Önce aramaya başlarız: hangi çıkar uğruna demiş olabilir? Eşinden, dostundan, çalıştığı yerden, önceki siyasî aidiyetinden veya oturduğu semtten… bir bağlantı bulunur elbet. Bilmemkim bu konuda bu tavrı aldı ve bize uymuyor mu? Bağlantıyı kurmadan gözümüze uyku girmez: Öyle davrandı, çünkü aslında şunu elde etmeyi hesapladı. Biz bir iç hesaplar, dümenler, gizli-saklı çıkarlar diyarında yaşarız. Bambaşka çıkarlar uğruna güdülürken bambaşka amaçlarla sarılıp sarmalanıp pazarlanan davaların insanlarıyızdır. Daha doğrusu, başkaları öyledir; onlar, bizim dışımızdakiler. Bizim ise iç hesaplarımızda açık, sözümüzde kandırmaca yoktur. Bizimkiler kandırmaca değildir, hedef gizleme değildir. Söylemiyorsak sebebi, gizliyorsak meşruiyeti vardır. Meşruiyeti biz kendimizden alırız.
DİYARIMIZI TANIYALIM
Tabiî öbür yanda, herkesin tıpkı bizimki gibi kendinden menkûl meşruiyet dayanaklarının bulunduğunu ve esas hayatî olanı, bunun da önemi olmadığını, herkesin bu kafayla yaşadığı yerde meşruiyet dayanağı diye bir malzemenin hiçbir dükkânda bulunmayacağını, meşruiyet diyene turist muamelesi yapılacağını da biliriz.
Bu diyarda kimse samimi değildir, kimsenin çelişkileri doğal değildir, kimse yanılmaz.
Bu diyarda geçerli kabul ve kurallara göre, kimse samimi değildir, herkesin gizli hesapları, bağlantıları, hedefleri vardır. Dolayısıyla herkes üçkağıtçı, düzenbaz, hilekârdır.
Siyasî tartışma ve mücadeleler, özellikle de küçüklü büyüklü iktidar manevraları açısından daha önemli, belirleyici olanı ise, kimsenin hata yapmaması, buna karşılık herkesin ihanet edebilmesidir. Kimse yanlışa düşmez, bir şeyleri eksik-yanlış değerlendirdiği için, doğru çıkarsamalar yapamadığı, yanlış tespitler yaptığı için hatalı davranmaz. Birileri eğer yanlış -yani bizimkine uymayan- görüşlere sahipse, öyle tavırlar içindeyse, işin içinde mutlaka bir satış, ihanet vs. olmalıdır. (Görüşü eleştirmektense kişiyi mahkûm etmek her zaman hem daha kolay hem daha etkili ve kalıcı sonuçlar alınabilen yoldur - bu bereketli konuyu da şimdilik kenara itiyorum.) Çünkü..? Neden? Çünkü -bizim bu kültürümüzün en parlak, öyle parlak ki, parıltısından iç bayan tarafını yeniden tarif edelim, en has kapitalizm savunucusunu bile yaya bırakarak:- hayatı çıkarlar imal eder, gerisi hikâyedir. Veya edebiyattır. Veya felsefe yapmanın âlemi yok. Görüyorsunuz işte, pazarlaması güçlü yayınevinden çok satan kitabınız çıkmıyorsa şu sayılanların hiçbiri doğru dürüst çıkara tekabül etmiyor; bu yüzden, fasarya, zırva, boş iş… mânâsında hikâye’yi, edebiyat’ı, felsefe’yi kullanıyoruz. Kültürümüz sağlam yani.
Bu diyar aynı zamanda bir imkânsızlık diyarıdır. Konuşulamaz, tartışılamaz, kimse birbirine kulak veremez. Çünkü herkes ötekinin gizli-saklı “ajanda”larla davrandığını, şu anda ne derse desin, ne yaparsa yapsın, aslında o gizli hedeflere bağlı olduğunu varsayar. Ve herkes, başka herkesin gizli hedeflerini sakladığını varsaydığı oyukları kovukları kurcaladığında, orada saf çıkar ve bencilliğin büyülü taşlarını bulacağını düşünür.
İktidara gelirkenki vaatlerinin tam tersi yola sapan ve artık başlıca hedefi eline geçirdiği iktidarı korumak olan bugünün muktedirlerinin toplumumuza yaptığı en büyük kötülüklerden biri, şu yukarıdan beri hakkında konuştuğum feci dünya görüşünü iyice yerleştirmek, pekiştirmek oldu. AKP, başlıbaşına, “herkesin gizli niyet ve çıkarları vardır, aslolan budur” fesatlığının ete kemiğe bürünmüş ispatı yerine geçti. Bu şemanın vücut bulmuş hali oldular. Herkese gizli hesapları olan, ikiyüzlü çıkar sahipleri gözüyle bakmayı önerenler, kendilerini doğrulanmış buldular. “İnsanca bir hayat, böyle bir dünya-insan tasavvuruyla mümkün olur mu?” sorusu bir defa daha güme gitti.
Adalet, hakkaniyet, hele eşitlik kavramlarının zaten pek varolmadığı, azıcık uç verdikleri yerde tepelerine binilen bir toplum hayatı için ne büyük talihsizlik!..