Nasıl da çabucak dayandı kapıya 2020 yılı da. Laf olsun diye
değil fakat inanması gerçekten çok güç...
Bizim kuşağın payına düşen buydu. Yirminci yüzyılın son çeyreği
ve yeni bir milenyum... Benim kuşak ve hatta bir önceki kuşak da
payına düşeni yaşarken çok zaman “çekip gitmek” istedi. Çıkıp
gitmek...
Çıkıp gitme arzusu “modern” bir arzu. Modern dediysem pek de
yeni bir şeyden söz ediyor değilim. “Modern” olanın da kaç
yüzyıllık geçmişi var artık. Bu arzu gitgide büyüyerek bir çığ gibi
çökmüş olsa da milenyumun başına, aslında çok daha eski bir arzu.
Okuduklarımızdan biliyoruz, sadece “bahtsız” hayatlarda değil,
sanat ve edebiyatta da “çıkıp gitme” arzusunun ne çok dile
geldiğini. Açın şöyle bir okuyuverin mesela
Kendileriyle Savaşanlar’ı. Daha en başında, Heinrich
von Kleist’ın hayatından fışkıran kıyım kıyım bir gitme arzusu, bir
tokat gibi yüzünüze değil de ta yüreğinize çarpıverir:
“Almanya’nın hiçbir köşe bucağı yoktur ki bu huzursuz adam
gitmemiş olsun. Hemen hep yoldadır o. (…)
Hedefi yoktur onun, bir şehre, bir ülkeye bir amaca göz
kırpmaz; yalnızca gerilmiş yaydan fırlar gider, kendinden
uzaklaşır. Kendinden kaçmak istemektedir, içindeki bir şeyleri
kuvvetlice aşmak istemektedir, şehirleri (ona çok benzeyen Lenau’ın
“ruh hastası” şiirinde dediği gibi) ateşli bir hastanın yastıkları
gibi değiştirmiştir.” (s.3 ve 5)
Stefan Zweig’ın “Almanların en büyük trajedi şairi” olarak
tanımladığı Kleist, nihai arzusunu (kendisiyle ölüme gidecek bir
sevgili bulmak) gerçekleştirdiğinde, yıl 1811’dir. Kleist’ı anlamak
değilse de, huzursuzluğunu bir parça sezinlemek, Zweig’ın muhteşem
metni sayesinde mümkündür. Bununla da kalmayacaktır. Yurdundan çok
uzakta ve yurdu için duyduğu umutsuzluk yüzünden, tıpkı hikayesini
anlattığı Kleist gibi, karısı ile birlikte “büsbütün gitmeyi” seçen
Stefan Zweig’ı da anlamamız gerekecektir...
Şehirden şehire, ülkeden ülkeye ateşler içinde koşturup duran
çoktur. Büsbütün gitmek isteyen ve de giden çok. Arthur Rimbaud’nun
hayatını okumalı mesela, Sayıklamalar arasından…
Virginia Woolf okumalı, Sylvia Plath… Daha daha yakına bakmalı…
Nilgün Marmara’ya…
Biraz da filmlere bakın. Bir Paris Teksas’a, bir
Taxi Driver’a. Hatta uzaklara gitmeye de gerek yok. Bir
Masumiyet, bir Kader ya da bir Mayıs
Sıkıntısı ve bir Uzak indirin filmleri
yerleştirdiğiniz zihin raflarından. Çıkıp gitmelerin, gidemeyip
bunalmaların, bir yerde kalabilme arzusunun az ya da çok
öz-yıkımsal hayatlarıyla doludur her biri.
Yazanlar, çizenler, film yönetenler çoğu zaman, çıkarıp
gönderemediler de esasen yarattıkları karakterleri. Filmlerin
vasati yüz yirmi dakikalık süresi, romanların iki yüz, üç yüz, beş
yüz sayfası yetmedi. Şarkılar her zaman kısaydı zaten. “Çıkıp
gitmeler” bu kurmaca dünyalara sığamayınca, koca bir yüzyıl
edebiyatı alkolizm cehennemine, delirmelere, kumara, fuhuş
çukurlarına, cinayetlere gönderdi ve ölüme ve intihara gönderdi en
vurulduğumuz karakterleri.
Yine de arkalarında muhteşem eserler bırakan büyük yazarların ve
şairlerin ya da o eserlerdeki unutulmaz kurmaca karakterlerin
“gitme” arzusundan söz etmiyorum. Sözünü ettiğim daha “sıradan,”
zaman zaman hepimizin yakasına yapışabilecek türden bir çekip gitme
isteği.
Başka bir gezegene ya da Hindistan’a, başka küçük bir şehre,
sahil kasabasına, denize, okyanusa, çöle, göle, aşka, aşksızlığa
–evet ona bile; “artık aşk istemiyorum...”. Hep gitmek, çıkıp
gitmek...
Bu yüzden ben –yakaladığımda kendimi kaçmaya çalışırken-
Calvino’nun “Çıkıp nereye gidecektim?” sorusunu kendi yoluma diktim
her defasında. Bir Kış Gecesi Eğer Bir
Yolcu kitabından... Varsın bambaşka bir başlangıca kapı
aralamak için sormuş olsun bu soruyu Calvino, ne gam... Öyle ya,
çıkıp nereye gidecektim? Üstelik bir de bu çıkıp gitme arzusunu en
başından anlamsız kılan güzelim şiiri vardı Kavafis’in: “Bu şehir
arkandan gelecektir”. Bir şehir bütün dehlizleriyle, zifiri
kuytularıyla, altındaki ve üstündeki atıklarıyla, yalnızlıkları ve
kalabalıklarıyla, mahalleleri ve mezarlıklarıyla uğul uğul bir
“Şehir” arkamızdan muhakkak gelecekse, kalmak en iyisiydi. Ama
nasıl? Ne pahasına?
KALMAK
Kalabilmemiz için yaşam koçluğu türünden esaslı bir külliyat da
üretilmedi değil. Eli kalem tutan herkes bizleri içimizle ve
dışımızla “sağlıklı” biçimde iletişimlendirebilmek için yazdı da
yazdı... Her şey “kalmamız” içindi.
Çıkıp gitmiyorsak veya gidemiyorsak, “mesafelenmek” zorundayız.
Bana öyle geliyor. Kalabilmek ve sürdürebilmek için mesafelenmek
gerekiyor. Keder verici ama maalesef böyle. “Modern” olmaya
ödediğimiz bedel “mesafelenmek” oldu. Bedenimize mesafelendik;
“Kemer bölgesini inceltmek lazım.” Birbirimize mesafelendik;
“Dilediğinde beni arayabilirsin tabii” ya da “Kendine iyi bak.”
Yiyip içtiğimize mesafelendik; “Bol bol brokoli filan yemeli.”
Başımızı soktuğumuz evlerimize mesafelendik; “Mekanlara çok
bağlanmamalı.” Habire mesafelendik. Başkalarının acılarına olduğu
kadar kendi duygularımıza da mesafelendik. Çünkü başka çaremiz
yoktu... Hepsi kalabilmek içindi.
İşte burada ve bu nedenle mesafelerimizle de barışmak
zorundaydık. Öyle barışık, barışık taşımalıydık mesafelerimizi.
Öyleyse bu “aşırılıklar Cumhuriyeti”nin vatandaşları için de
mesafelenmek -eğer varsa- “hakiki bir temastan” uzaklaşmak değil de
ona sahici bir yaklaşma fırsatı olamaz mıydı?
O hep söyleneduran çocukluğumuzla, çocuk kalmışlığımızla baş
etmenin imkânı olamaz mıydı? “Ben nasıl büyüyeceğim tek başıma”
çığlığına bir cevap bulamaz mıydı mesafelerimiz? Hayatla,
yaşananlarla, kendi iç dünyamızla ve insanlarla pozitif bir mesafe?
Boğmadan, kimsenin üzerine beklenti yığmadan, her zaman hemfikir
olmayı ummadan…
Bu serinkanlı mesafe için insana yardım gerekir. Çoğu zaman da
sanki bu yardımı severek yaptığımız şeylere sımsıkı sarılmakta
buluruz. Bazılarımız politik bir mücadelenin ve dayanışmanın içinde
buluruz. Ya da bunun yanında resim, yazı, bahçe işleri, uzun
yürüyüşler ve hatta yemek yapmada buluruz. Hatta sıradanlıkta,
rutinde ve tekrarda buluruz...
Ben en çok “yazıya” inanırım. Büyük yazarların birçoğunun
gelgitlerle dolu çalkantılı hayatları başka türlüsünü söylüyor olsa
da yazıyla daha “sıradan” ama güçlü bir ilişkinin çok sağaltıcı
olduğunu düşünüyorum. Önceki metinlere olan borcunu sadelik içinde
bir parçacık olsun ödemeye niyet etmiş, görece “serbest” bir yazma
biçimi… Yazıyla ve yazılı şeylerle ilişki kurmak insanı kurtarıyor,
ille de “yazar” olarak değil, “okur” olarak da yazıya sımsıkı
sarılmak mümkün…
Gitme arzusunun ya da kalmanın acıttığı her yerde kendi kendime
yazmayı seçtim. Yazının yazmaya başlamadan önce, “bildiğimi hiç
bilmediğim yerler”e götüren bilgeliğinde dolaşıp durmayı seçtim.
Sanırım bu yüzden de yazılarımın içinde “kaçışlar” var hep. Bir
konudan diğerine, bir kutuptan ötekine... Bir akademisyenden
beklenen yazma biçimlerini ve odaklanmaları çoğu kez bir köşeye
iterek yazılmış ve kimsenin beklemediği, “kaçak yazılardır” onlar.
Ama illâki bir iç yolculukla ilgili değil, hatta hiç değil. Günün
getirdiklerini -ve sadece- “kalabilmek için” didikleyen
yazılar.
Bu yazıları kendi içimde yol almak ve “kalabilmek için”
yazıyorum. Onlar benim mesafelerimdir…
Yeni yılın bizi dibe çeken her şeyden uzaklara doğru, “mesafe”
aldığımız bir yıl olmasını diliyorum. Yazıyla, sözle, dostlukla,
mücadeleyle...
Çıkıp gideceğimiz yer, bizi başkalarının ve başkalarını da bizim
cehennemimizden koruyan serinlikli mesafeler olsun...