Kendimizi çıkmazda hissettiğimiz durumlarda, direnmenin başka olasılıklarını çağırmanın, hayatı tekrar yaşanır kılmakla ilgili bir yanı var. Çıkışı bulmak sadece yasanın, devletin, sistem içi yapıların tekeline bırakılamaz, öznelerin kendi iradesi ve değiştirme gücü tüm bunların üstündedir fikrimce.
Jacques Rancière’in çok sık alıntıladığım bir cümlesi vardır: “Kurumlar canlı varlıklar değildir. Hastalıklarından dolayı ölmezler”[1]. Bu cümleyi pek çok kurumu değerlendirmek için işe koşabiliriz. Bana kalırsa zamanımızın en “hasta” kurumlarından biri de devlet. Pek çok düşünür kapitalizm şartlarında bildiğimiz anlamda bir devletin varlığından söz edemeyeceğimizi de düşündürüyor. Çünkü artık devletlerin pratiğini daha çok şirketlerin belirlediği bir dünyadan söz ediyoruz. Hatta bu iki yapının bu kadar iç içe geçişi, aralarındaki ilişkinin devletin varlığını belirsizleştirmesi, Dave Eggers’e şu soruyu sordurmuştu: “Geleneksel ulus-devlet siyaseti son bulsa, Silikon Vadisi (veya bir teknoloji şirketi) devletin rolünü üstlense ya da eskiden kamusal bildiğimiz ne varsa (sadece sağlık hizmetleri veya eğitim değil, bizzat oy kullanmak da) özelleşse neler olur?” [2]
Yaşadığımız zamanda devletin “kamusal bildiğimiz ne varsa” şirketlere devrettiğini sürekli deneyimliyoruz bu nedenle aslında sorunun cevabını bildiğimiz söylenebilir. Eğitim, sağlık gibi alanlarda özelleştirmenin ne kadar yaygın olduğunu, devlete bağlı kurumların bu konularda işleyemez hale geldiğini, seçim sonuçları üzerinde algoritmaların belirleyici olduğunu söyleyebiliyoruz çünkü bizzat içinde yaşıyoruz, tanığız. Ama her şeye rağmen “hasta” bile olsa yaşayan bir kurum, devlet ve hayatlarımızı bir şekilde etkilemeye devam ediyor hele bizimki gibi baskı rejimlerinde neredeyse aldığımız nefesi bile denetleyecek yetkiye sahip olabiliyor.
Son günlerde devlet hakkında düşünürken aklıma Henry David Thoreau’nun klasik metni, “Sivil İtaatsizlik” geldi. Yazar, “en iyi devlet, az yöneten devlettir” düsturunu kabul ederek başladığı metinde, bir gün insanlık hazır olduğunda, “en iyi devlet, hiç yönetmeyen devlet” aşamasına geçilebileceğini tahayyül ediyordu. 1948 tarihli bu klasik metin, çoğunluğa dayalı yönetimin sorunlarından bahsediyor, dolaylı yoldan devletle suç ortağı olduğumuzu ima ediyor ve itaatsizliği bir direniş yöntemi olarak işe koşuyordu.
Şimdilerden bakınca onun, “hiç yönetmeyen devlet”inin, her ne kadar devlet “hasta” bir kuruma dönüşmüş olsa da hâlâ ütopik bir yanı olduğunu düşünenler çoğunlukta olacaktır. Ama en azından bu kurumla kurduğumuz ilişkiyi tekrar düşünmek için bu metnin önemli olduğunu yadsıyamayız, tekrar okumamda bu metin bana, son yıllarda sıkışıp kaldığımız siyaset biçimlerinin bize başka olasılıklar hayal etmeyi unutturduğunu fark ettirdi bu nedenle bahsetmek istedim.
ÇOĞUNLUK BELİRLEYİCİ OLDUĞUNDA
Thoreau bu metinde kesin bir devlet karşıtlığından söz etmez aslında “daha iyi bir devlet”in nasıl olabileceğini düşünür ama eleştirel tonu yüksek bu metinde devlet olumlamasına rastlamak da zordur. Ona göre; “İktidar halkın eline geçtiği zaman, çoğunluğun yönetmesine ve bunun uzun süre devam etmesine izin verilmesinin nedeni, çoğunluğun buna hakkının olması ya da bunun azınlığa en adil görünecek yol olması değil; yalnızca çoğunluğun fiziksel olarak en güçlü taraf olmasıdır. Ama her koşulda çoğunluğun hâkim olduğu hükümet, insanların anladığı şekilde bile, adalet mevhumuna dayandırılamaz.”
Devlet iktidarının gücünü belirleyen şey “çoğunluk gücü”dür. Çoğunluk genellikle toplumun ayrıcalıklı kesimlerinden oluşur çünkü devlet iktidarıyla ilişkisi pek çok açıdan toplumdaki egemen konumunun getirdiğiyle ilişkilidir bu nedenle devletin genellikle çoğunluk yararına bir kurum olduğu söylenebilir. Böyle bir durumda herhangi bir azınlık için devlet iktidarını elinde tutan hükümetin adil olmasını beklemek genellikle yanılgı olur.
'KURUMLARIN VİCDANI YOKTUR'
Thoreau daha sonra, vicdanı olan bir devlet olup olamayacağını sorgular çoğunluğun değil de vicdanın belirleyici olduğu bir devlet fikridir bu ancak yasanın olduğu yerde vicdanın pek de hükmü yoktur çünkü onun deyimiyle: “Bir kurumun vicdanı yoktur.” Vicdanlı insanların hakim olduğu bir kurumun nasıl olacağını da hayal eder yazar ama şu sonuca varır, “en iyi niyetliler bile kanuna duydukları saygı yüzünden, her gün türlü adaletsizliğe alet olurlar.”
Thoreau’ya hak vermek gerekir, kurumların vicdanı olmadığı gibi bir kurumun içinde yer alan vicdanlı kişi istese de istemese de o yapının edimlerine dahil olacaktır. Özellikle kanunun belirleyici olduğu devlet gibi bir kurumda “adaletsizliğe alet olmamak” neredeyse imkânsızdır. Çünkü kanun yapma gücünü elinde bulunduran bir kurumun ortaya çıkaracağı yasa, onu çevreleyen diğer yapıların, çoğunluğun, günümüzde şirketlerin yararına göre düzenlenen bir şey olacaktır bu nedenle buradan azınlığın veya ezilenin yararına bir pratik beklemek genellikle hayal olur.
Thoreau insanların kitleler halinde devlete hizmet etmesinin onları insanlıktan çıkarıp “makineleştirdiğini” düşünüyor, ona göre bu insanlar; “ordu, milis, gardiyan, polis ya da kanun adamına yardım eden sıradan insanlar oluyorlar. Çoğu durumda ne akıllarını ne de sağduyularını kullanabiliyorlar; kendilerini tahta, taş, toprak seviyesine indiriyorlar.” Devlete hizmet için yarışan bu insanlar, artık şeyler olarak varolurlar çünkü varlıkları yukarıdan belirlenir, devlete ve ona bağlı kurumlara hizmet edeceğiz derken kendi “akıllarını” ve “sağduyularını” eyleme güçlerini bir kenara bırakarak yine düşünürün söylediği gibi “tahta adamlar” gibi yönlendirilebilir hale gelirler. Ama yine de daha sonra bahsettiği şu insanlara göre iyi bir konuma yerleştiriyor onları Thoreau, “kanun koyucular, politikacılar, avukatlar, papazlar, yüksek memurlar devlete en çok kafalarıyla hizmet ederler ve ahlâki ayrım yaptıkları çok nadir görüldüğü için, niyetleri bu yönde olmasa da Tanrı’ya olduğu kadar şeytana da hizmet ederler.” Devletin bu bahsedilen zümresi “tahta adamlar”ı belirleyenlerdir, yasadan, kanundan, ahlâktan, Tanrı’dan en çok onların söz ettiğini duyarız ama işte sonuçta Tanrı kadar “şeytana” da hizmet ederler. Sıradanlar, makineleşmiş biçimde devlete hizmet ettiklerinde devlet gücünü elinde tutan bu bürokratlara, din insanlarına, politikacılara hizmet etmiş olurlar ve bu güçlerin yanında olmak kişisel olarak kısmi bir fayda sağlasa da onlarla suç ortaklığı yapmayı beraberinde getirir.
OY KULLANMAK
Thoreau “Sivil İtaatsizlik” metninde, oy kullanma konusundaki fikirlerine de yer verir. Boğazımıza kadar seçim gündemine batırılmışken bu kısımdan da bahsedelim. Yazar oy vermeyi, dama veya tavla gibi bir oyuna benzetir. Bu konuda şunları söyler; “Ben bir ihtimal oyumu doğru olduğuna inandığım şekilde kullanırım; ama doğruluğun galip gelip gelmemesini büyük ölçüde dert edinmem. Bunu çoğunluğun kararına bırakmaya razıyımdır… Hatta doğru olana oy vermek, o doğru için hiçbir şey yapmamak anlamına gelir.” Oy vermek genellikle pasif bir tutum gibi algılatılır oysa düşünürün bahsinde tam tersini görüyoruz bana kalırsa. “Doğru olduğunu düşündüğümüz” kişiye, yapıya oy verdiğimizde aslında konu “doğruluğun” galip gelip gelmemesi değildir çünkü belirleyici olan yine çoğunluktur. Biz oy kullanarak “iyi” bir şey yaptığımızı düşünürüz ama aslında “doğru” gördüğümüz için bir şey yapmayı başkasına bırakmış oluruz, irademizi, eyleme ve değiştirme gücümüzü bizi temsil edeceğini düşündüğümüz “doğru”ya havale etmiş oluruz. Bahsettiğimiz gibi Thoreau oy kullanmayı bir oyuna benzetiyor bu nedenle sonrasında şunu söylüyor: “Akıllı bir insan, doğru olanın gerçekleşmesini şansın insafına bırakmaz ya da çoğunluğun kudretiyle gerçekleşmesini dilemez. İnsan yığınlarının eylemlerinde çok az erdem bulunur.”
Kişisel olarak oy kullanma fikrine kesinlikli bakmıyorum, gerekli görülür kullanılır ama tüm siyaseti bunun üzerinden kurduğumuzda işi “şansa bırakıp” kendi eyleme gücümüzü inkar etmiş oluyoruz, temsil siyasetinin çıkmaza girdiği durumlarda ki dünyanın güncel durumunda, başta bahsettiğimiz devletlerin şirketleşmiş olması, temsil siyasetinin genellikle çoğunluğun “doğru”suna göre şekillenmesi, dijital çağda seçimlerin algoritmalarla belirlenen bir şeye dönüşmesi gibi sebepler, Thoreau’nun bahsiyle birlikte düşününce, oy kullanmamanın hâlâ önemli bir itaatsizlik ve direnme biçimi olduğunu düşündürüyor.
VERGİ VERMEK
Thoreau’nun bu metinde sorunsallaştırdığı meselelerden biri de vergi verme konusudur. Devlet bizden devamlı vergi alır hele ki yaşadığımız çağda zamanında Orhan Veli’nin söylediğinin tam tersidir durum, “acı su” bile ücretli bir şeye dönüşmekle kalmamış, faturalarla verginin konusu olmuştur. Verdiğimiz vergilerin en önemli sonuçlarından biri bizi devletin suçlarına ortak etmesidir çünkü vergilerimiz çoğu zaman devletlerin güvenlik politikaları için kullanılır bizi onların savaşına ortak eder. Bu bahis aklıma Baudrillard’ın şu cümlesini getiriyor; “bizler bu tekelleşmiş küresel ağların içinde yüzen rehineleriz. Aynı zamanda hem kurban hem de suç ortağı konumundayız.”[3] Haklıdır Baudrillard, en dışında olduğumuzu düşündüğümüz zamanlarda bile sistem tarafından rehin alınmışlığımızı fark ederiz, savaş karşıtıyızdır mesela ama devletin savaş suçlarına verdiğimiz vergiler nedeniyle dolaylı yoldan ortağızdır, savaşın getirdiği olumsuzluklardan dolayı kurbanızdır da.
Thoreau’nun vergi konusunu önemsemesinin önemli nedenlerindendir bu, şöyle söyler: “Eğer bin tane insan bu yıl vergilerini ödemese, bu şiddetli ve kanlı bir eylem olmazdı; asıl bu vergileri ödemek ve devletin şiddetine, masum kanı dökmesine destek olmak kanlı bir eylemdir.” Onun vergi vermemeyi olumlamasının nedeni budur barışçıl bir eylem yapmanın yoludur ona göre vergi vermemek, suç ortaklığını reddetmektir. Tabii burada konuyu yazarın kendi zamanı içinde ele aldığını hatırlamalıyız.
İTAATSİZLİK
Bu metnin kıymeti bana kalırsa, devletle yüzleştirdiği kadar onun suç ortağı olduğumuzu da fark ettirmesidir. İtaat etmemenin önemini hatırlamamıza vesile olur. İtaat etmemek önemlidir yazarın düşüncesinde özellikle devlet ve kilise gibi kurumlarla sorunlu bir ilişkisi vardır reddetmeyi her açıdan devrim yaratacak bir eylem biçimi olarak görür: “Yurttaşlar devlete olan bağlılıklarını reddederse ve görevliler de istifalarını sunarsa, devrim gerçekleşmiş demektir. İsterse biraz da kan dökülmüş olsun. Vicdan yaralandığı zaman da bir tür kan dökülmez mi?” diye sorar. Çok acayiptir ki şimdilerde bunun düşüncesi bile dile gelmiyor oysa kurumların işlemez hale getirilmesinin gerçekten devrimci bir anlamı olabilir.
Düşünürün bu bahsine uygun bir eylemi hatırlayabiliriz burada, Pandemi Dönemi’nde “büyük istifa” olarak adlandırılan bir süreç yaşanmıştı. ABD ve Çin gibi devletlerde pek çok insan işin artık bir şey ifade etmediğini düşünmüş ve çalışmayı bırakmıştı, “düz yatma” olarak da tanınan bu eylem “büyük istifa” karşısında kimsenin kazanamayacağını öngörüyordu. Bu eyleme biçimi aslında tam da Thoreau’nun olumlayacağı ve onun itaat etmemek üzerine düşündürdüklerini özetleyen bir eylemdi bana kalırsa çünkü kapitalist çalışma düzenine, özellikle pandemi ile yaygınlaşan evden çalışmaya karşı bir duruştu, sürdürülmesi gerçekten şirketleşmiş devletlerin işini zora sokabilirdi. Benzer biçimde genel grevleri de bu bağlamda değerlendirebiliriz, demokratik ilkelerin salt hukuki bir şekilde hayata geçirilemeyeceği durumlarda hukuk-dışı pratik ve hareketlere ihtiyaç duyulur. Böyle bir durumda sivil itaatsizlik önemli bir eyleme biçimidir burada hayatı durdurmak aslında hayatı geri almak anlamına gelir.
Henry David Thoreau’nun “Sivil İtaatsizlik-Yürümek” metnini Zeplin baskısından Aykut Örküp çevirisiyle okudum. Kitapta yazarın “Yürümek” adlı metnine de yer veriliyor ancak onu daha önce tek başına değerlendirdiğim için burada bahsetmedim. Derdim açıkçası “Sivil İtaatsizlik” meselesini tekrar hatırlamak ve hatırlatmaktı. Kendimizi çıkmazda hissettiğimiz durumlarda, direnmenin başka olasılıklarını çağırmanın, hayatı tekrar yaşanır kılmakla ilgili bir yanı var. Çıkışı bulmak sadece yasanın, devletin, sistem içi yapıların tekeline bırakılamaz, öznelerin kendi iradesi ve değiştirme gücü tüm bunların üstündedir fikrimce. Dünyanın düşünce geleneğinde de buna yer var şimdilerde bu kısmı ıskalamamak bana kalırsa hiçe sayıldığımız zamanlarda bir çıkış kapısı açabilir.
NOTLAR:
[1] Rancière, J. (2018), “Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz?”, s. 11, (Çev. Murat Erşen), İstanbul: Metis. [2] Akt. Horvat, S., (2021), “Gelecekten Gelen Şiir –Küresel Özgürleşme Hareketi Neden Uygarlığımızın Son Fırsatı” s. (Çev. M. Taha Tunç), İstanbul: Kolektif Kitap. [3] Baudrillard, J., (2012), Karnaval ve Yamyam, “Karnından Konuşan Kötülük”, s. 29, (Çev. Oğuz Adanır), İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.