Suriye ve özel olarak İdlib bahsinde Ankara-Moskova anlaşmazlığının temel noktalarından biri, “ılımlılar”la, yani sonuçta silah bıraktırılıp masaya oturtulabilir görünen muhaliflerle iflah olmaz sayılan silahlı cihatçıların ayrıştırılması konusu. Rusya, İdlib’teki silahlı muhalefet kuvvetlerini oluşturanlardan iki unsuru bütünüyle temizlemek istiyor. “Temizlemek” derken, basbayağı, imha etme kastediliyor.
Bu iki gruptan biri, ailelerini alıp cihada ve şahadete gelmiş, ülkelerine dönmeleri imkânsız, Orta Asyalı ve Kafkasyalı cihatçılar. Bunlar hemen tamamen El-Kaide ya da Taliban’a biatlı. Daha çok Lazkiye kuzeyinde, Kürt Dağı ve azıcık daha kuzeyde, zamanında El-Nusra (Nusret) Cephesi’nin İştabrak köyünde Şii katliamı yaptığı Cisr el-Şuğur’dalar. Burası, dokuz aydır İdlib’de birçok değişik hamleye girişen Suriye ordusunun bir türlü ilerleme kaydedemediği ve taarruza kalktığı her defasında ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldığı yer. Alevi köyü İştabrak’ta cihatçılar yetmiş-seksen kişiyi öldürmüş, köyden kaçanları da üzerlerine ateş açarak avlamaya çalışmışlardı. Şam, Cisr el-Şuğur’a cihatçıların düzenlediği saldırılara Türkiye’nin lojistik destek ve atış desteği verdiğini ileri sürüp Ankara’yı suçlamıştı. Bu somut saldırıya katkısından bağımsız olarak, Ankara, henüz Suriye savaş sahasında ittifak halinde olduğu Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte “Fetih Ordusu”nun kuruluşuna önayak olmuş, o sırada El-Kaide’nin Suriye kolu olan Nusra, Ankara’nın gözdesi Ahrar el-Şam, DAİŞ’le eleman geçişimli Cünd el-Aksa ve başka cihatçı grupları bu çatı altında biraraya getirmişti. Esasen bugün “İdlib meselesi” olarak karşımıza çıkan durumun yaratılmasına böylece başlanmıştı.
Rusya’nın kayıtsız şartsız ortadan kaldırmak istediği ikinci grup, Nusra’nın El-Kaide biatını terk edip başka birtakım örgütlerle koalisyon kurmuş hali Heyet Tahrir el-Şam ile, Huras el-Din gibi, ondan da radikal örgütlerde toplanmış Suriyeli cihatçılar. Özellikle bu grubu ortadan kaldırmanın Esad yönetimi için pek arzulanır hedef olduğunu belirtmek dahi gereksiz. Ankara, bu gruptan savaşçıları kendi denetimi altındaki “söz dinler” cihatçı ordusuna katmayı başaramadı.
ÇIKIŞ YOLU YOK
Aslına bakarsanız, Moskova ve Şam tarafından katli vacip görülen savaşçılara Ankara’nın sunabileceği hiçbir güvenilir çıkış yolu yok. Belki seçilmiş bazılarını Türkiye’ye yerleştirmek düşünülebilir, ancak büyük çoğunluğu için başlıca seçenek, geçici olarak Ankara denetimindeki Afrin veya “Fırat Kalkanı” bölgesine geçirilmeleri. Buradaki nüfusa eklenecek binlerce silahlı cihatçı savaşçı ile sürdürülebilir bir beraber yaşama ortamı inşa edilmesi şüphesiz çok zor olacaktır. Ayrıca, sıra “Zeytin Dalı” ve “Fırat Kalkanı”nın tasfiyesine geldiğinde her şeye baştan mı başlanacak?
Bu savaşçıların Fırat’ın doğusuna, oradaki SDG askerî ve idarî otoritesini kırmak, hattâ Kürt nüfusu “kaydırmak” veya yoğunluğunu azaltmak maksadıyla kaydırılması ise, telaffuz edildiği kadar kolay ulaşılabilecek bir hedef değil. Zira bu durumda ABD’li, Rusyalı, belki başka uluslararası unsurları da kapsayan karmaşık sorunlar doğacak; dolayısıyla kimse Ankara’ya böyle bir operasyonu kafasına göre yürütmesini mümkün kılan bir serbesti tanımayacak.
Ankara, şu anda İdlib’de izlediği askerî politikayla, Moskova’nın -haliyle Şam’ın da- iflah olmaz cihatçıları imha etme hedefine ulaşmasını engeller konumda. “Dostumuz Putin”in buna ne kadar katlanacağı soru olmaktan çıktı; Moskova her jestiyle “daha fazla katlanamam” diyor. Fakat TSK da, işlevsiz hale gelmiş, kuşatma altındaki gözlem noktalarını tahliye etmek, asker çekmek şöyle dursun, İdlib’e konvoy üstüne konvoy gönderiyor, askerî güç yığıyor, cihatçılara zırhlı araçlar, anti-tank ve uçaksavar silahları veriyor, Suriye ordusu mevzilerine karşı saldırılara katılıyor! Ve böylelikle, kendini ikileme sürüklerken genel İdlib meselesini de çıkmaza sokuyor.
Diyelim İdlib’de Rusya ve Suriye’nin bütünüyle içlerine sinmeyen, ancak taleplerinin büyük ölçüde karşılandığı bir çözüm bulundu. O durumda derhal Afrin ve “Fırat Kalkanı” bölgesi gündeme gelecek, Suriye toprağını niye fiilen Türkiye’den atanan kaymakamın yönettiği, Azez’de, Cerablus’ta PTT binasının, mümkün her yerde Türkçe-Arapça tabelaların, ilkokullarda Türk bayraklarının ne aradığı sorulacak, Afrin’de yağmacılık ve insan kaçakçılığıyla yolunu bulan silahlı grupların akıbeti konusunda Ankara’nın hiç değilse sessiz kalması istenecek. TSK ve başka resmî görevlilerin buralardan çekilmesi, idarî denetimin Şam’a bırakılması süreçleri şüphesiz, en azından bir süre için, yeni açmazlara, çıkmazlara elverişli zemin yaratacak.
Sonra sıra gelecek “Barış Pınarı” harekâtıyla girilen bölgeye. Ankara’ya haliyle, buradan da çık, denecek. Çıkılmayacak. Çıkılması için yeni pazarlık koşulları öne sürülecek. Belki yeni harekât tehditleri ortaya atılacak. Bunlar da zaman alacak.
Bütün bunlardan Ankara’nın istediğini alarak çıkması pek zor görünüyor. Çünkü istenen, bugün resmen Suriye toprağı sayılan birtakım bölgeler üzerinde hakimiyettir. Kağıt üzerinde asla oralara vardırılmayacak gibi gözüken, ilhak kelimesi ağza alınmaksızın sürdürülecek bir fiilî hakimiyet şekli.
Peki böyle bir sonuca en erken ne zaman varılabilir? Var mı şu ana kadarki altüst oluşları, virajları, gelgitleri ve tabiî Ankara’nın saf değiştirmelerini gözönüne alıp da herhangi bir zamanlama tahmininde bulunabilecek babayiğit? Demek istediğim, tam da yerli-millî kültürün şâhikası “zamanı gelsin, bakarız” düsturuna uygun bir durumla karşı karşıyayız. O zamana kadar, kolay aşılamayacak ikilemlerden meydana gelen sağlam bir çıkmaz hali, Ankara’nın siyasî ve stratejik hedefi olacak. Büyük ölçüde ulaşılmış hedef.
Gören göz görüyor.
FELAKETİ UMURSAMAYIŞ NEDENİ
Haaretz’de Simon A. Waldman’ın yazısı şu başlığı taşıyor: “Türkiye’nin Ortadoğu’daki Askerî Maceraları Birer Felaket. İşte Erdoğan’ın Bunu Umursamayışının Nedeni”.
“Suriye’den Libya’ya, son zamanlarda Türkiye’nin kendi başına giriştiği uluslararası askerî maceraların tam anlamıyla felaket olduğunu düşünen biri haklı görülebilir,” diye söze giren Waldman, “Bu çatışmalarda,” diye devam ediyor, “Türkiye ya kaybeden taraftan yana tavır alıyor ya da olayın çıkmaza saplanmasına katkıda bulunuyor. Ancak Suriye veya başka yerde Ankara’nın önceliği kazananı desteklemek değil. Yakın çevresinde olan biten hakkında söz sahibi olmak ve öbür güçlerin Türkiye’nin çıkarlarını yeterince gözetmesini garanti altına almak.”
Kaale alınmak için çıkmazlar yaratmak, bir devlet politikası olabilir mi? Eğer fırsat kollayıp maraza çıkartarak kimden ne koparabilirseniz koparma peşindeyseniz, şüphesiz olabilir. Yeryüzündeki onca ülke arasında, güvenilir ve saygın yer istiyorsanız, başkalarına davranışlarınızı sadece fırsatçılık ve hak-hukuk tanımazlıkla şekillendiremezsiniz.
Fırsatçılık ve cazgırlıkla ne koparabilirsen koparma politikasının başarısı, karşılaşacağı dış engellere bağlı. Orası öyle. Fakat daha önce sorulması gereken soru var: Böyle bir politikaya -ki aslında “hayat tavrı” denmeli- nasıl cüret ve tevessül edilebildiği, bunun neden ulusal saygınlık ve onuru korumak için öne atılan itirazcılar, muhalifler tarafından önlenemediği. Böyle deyince, bir soru daha ayağa takılıyor: Böyle bir itiraz, muhalefet, önleme arzusu var mıdır?
Ve tabiî: Yoksa neden yoktur? Yoksa aslolan, sınıra çekilen betondan perdenin ölmek-öldürmek, hak çiğnemek, yoksullaşmak pahasına birkaç kilometre öteye taşınabilmesi midir? Başkalarının hayat alanına...
Haaretz yazarı, “Türkiye’nin çıkarları”ndan sözediyor; çıkmaz politikasını tarif ederken. Bunlar muktedirlerin çıkarlarıdır. Sahiden Türkiye toplumunun çıkarları sözkonusuysa, onların korunmasının, hattâ geliştirilmesinin çok daha sağlam, kalıcı çünkü insanca, dolayısıyla zenginleştirici yolları var. Irkçılığın, milliyetçiliğin, “bizimki fetih medeniyeti” diyebilen iktidar sahiplerinin tıkadığı yollar.