Salgınla danışan sayısında düşüş oldu. Zaten psikiyatri ülkemizde lüks sayıldığından, aciliyeti olan bir alan sayılmıyor. Tabii önceden başka dertlerle gelinirken, şimdi panik atak, kaygı vesaire öne çıkıyor. Sonuçta devam ediyoruz çalışmaya.
Pandemide çalışmaya devam eden bir psikolog anlatıyor.
Birkaç ilde şubesi olan özel bir psikiyatri kliniğinde şu an. Tarif
ettiği, etiği hiçe sayan, çalışanı ufalayan bir düzen: Otomasyon
gibi, günde on kişiyle terapi seansları, “25-45 yaş arasında
gösterme” yükümlülüğü, para koparmak için yaptırılan depresyon
testleri, haraç mantığında bir maaş sistemi, daimi mobing...
Salgın, şartları daha da acımasızlaştırmış. Hem “özelde” sağlığın,
hem de yoksullaşan orta sınıfın hikâyesi...
Çizim: Murat Başol
Zaten güvencesiz çalışıyorduk, pandemiyle her şey ayyuka çıktı
sanki. İktidardan alıyorlar bence bu gücü. O kadar rahat ve
acımasızlar ki. Özel sağlık sektöründe performans sistemi çok daha
vahşi yaşanıyor. Maaşlarımız asgari ücret ya da bir tık üzerinden
gösteriliyor, tamamen primle çalışıyoruz. Ve gerçekten çok yoğun
çalışıyoruz. Normalde özeldeki psikologlar günde üç-dört danışan
görürken, ben on kişi görüyorum. Bu psikiyatristlerde yirmiye
çıkıyor. Ara yok. Kırk beş dakika seans aralarında fırsat olursa
ancak tuvalete gidiyorum, bir bardak su içiyorum, sonra yeni
seans... Mesleğimizde bir duygusal emek var, bu duygu piyasaya tabi
olup makineleştiğinde biz de yabancılaşıyoruz. Abartmıyorum, en
genel tabiriyle çıldıracak seviyeye gelmiş psikologlar var.
Prim sistemi de şu, tecrübenize göre bir saat ücretiniz oluyor,
bunun da yüzde 80'i patrona kalıyor. Yeni başlayan biri için bu 185
lira gibidir, hocaların başka anlaşmaları olur. Yani bu yoğunlukta
çalışarak, seans başı sadece 30-40 lira kazanıyorsunuz. Ayrıca iki
hafta hastalansam ya da yıllık iznimi kullansam bunu da
kazanmıyorum. Bir yandan seanslar yarım saatti, en azından kırk beş
dakikaya çıkarmak için mücadele verdik. Çünkü yarım saat terapi
olmaz. Bize hep “Allayın, pullayın, paketleyin, gönderin”
diyorlardı. Neyse ki kırk beş dakikayı kabul ettirebildik.
Çok da cinsiyetçi bir dünya... Patronumuz “Bir psikolog 25-45
yaş arasında göstermeli” der, zaten çalışanların yüzde 80 kadındır.
Bakımlı ol, makyaj yap, o yaşlarda göster yani. Ben de mesela
makyajsızsam, üzerimde gösterişli bir şey yoksa rastlaşmaktan
kaçınırım. Çünkü bir toplantıda kumaş pantolonlu hırkalı bir
arkadaşımızı ayağa kaldırıp “Bu nasıl kıyafet, öğrenci gibi”
demişliği var. Neredeyse istismar bu. Zaten genelde ağır bir
mobbing var. Bekleneni karşılamayan psikoloğa diğeri örnek
veriliyor hep. Kendini başarısız, kötü hissedene kadar
uğraşıyorlar. Yapamıyorsun, olmuyor, dönüşün iyi değil...
Dönüş şu demek. Kendi uzmanlık bilgimizle sonlandırmamız gereken
bir süreç var; üç seans da olur, sekiz seans da. Bizden istenense
olabildiğince sündürmek. Bir daha gel, bir test yaptır... Bu çok
etik dışı, biz insanla çalışıyoruz. Biri kliniğe ilk geldiğinde,
aslında bizim de işimize yaramayan, ne idüğü belirsiz birkaç test
uygulanıyor mesela. Depresyon testleri... Zaten klinik görüşmede
aldığımız veriler ama işte ekstra para için yapıyorlar bunları.
Dışarıda kendi başına çalışan arkadaşlar var, onlar da meslek
yasası olmadığı için zorlanıyor. Bizimki, yaşam koçudur, dini
psikologdur, melek terapistidir, önüne gelenin terapi yapabildiği
bir alan. Bu işin şarlatanları yüzünden bir kliniğe, hastaneye
tutunmadan ayakta kalmak da zor oluyor.
Nihayetinde sağlıkçıyız, bu virüsle birlikte geleni
görebiliyorduk. Mart ortasında odalarımıza dezenfektan talep ettik,
kendi paramızla alabileceğimizi söylediler. İş ciddiye binince
sadece sekreter bankolarına koydular. Talimat gelmiş, herkes
kullanmasın diye de arkada duruyor. Bir sürü talepten sonra ancak
bir maske geldi. Ama mesela kronik hasta bir arkadaşımız, maske
zorunluluğu öncesinde de takıyordu, “Gelenleri böyle maskeyle
korkutuyorsun” diyerek kadını ücretsiz izine yollamışlardı. Böyle
bir yer.
Her şeye rağmen seviyorum mesleğimi. Şu an işe gidiyor olmaktan
gocunmuyorum. Sağlıkçıyım. Panik atakla, gerçekten çok ihtiyaç
duyarak gelenler var çünkü. Ama emeğimin piyasaya bu kadar tahvil
olması, bu kadar gözden çıkarılmak, değersizleştirilmek fazla
geliyor. Başka hastanelerde de çalıştım, özel sağlık sektörü aşağı
yukarı böyle. Hatta biz şanslı kalıyoruz, en azından emeğimizin
üzerinden olmasa da maaş alıyoruz. Özel hastanelerde çalışan birçok
arkadaşımız, üç-beş ay sonra alabiliyorlar. Gerçek bir çürüme.
Devlet kötü, özel ondan beter.
Salgınla danışan sayısında düşüş oldu. Zaten psikiyatri
ülkemizde lüks sayıldığından, aciliyeti olan bir alan sayılmıyor.
Tabii önceden başka dertlerle gelinirken, şimdi panik atak, kaygı
vesaire öne çıkıyor. Sonuçta devam ediyoruz çalışmaya. Gelmek
istemeyeni ücretsiz izine ayırdılar, kalanlara da haftanın üç günü
işe gelin, diğer günlerde evden online terapi yapın diyorlar ama
maaş yarıya inecekmiş! Bir kere şöyle bir şey yaşamıştım. Toplu
taşımayla gidip geliyorum. Bir danışanım “Sizi dolmuşta gördüm,
gözlem yapmak için mi binmiştiniz?” diye sormuştu. İnsanların
algısı bu, kapıdaki BMW'ler bizim sanıyorlar. Tabii orada şık
giyinmek zorundayız, bir de Hollywood filmlerinden falan havalı bir
meslek gibi duruyor. Zevküsefa içinde yaşadığımızı, işte arada
sosyal deney yaptığımızı falan sanıyorlar ama ben sadece bu ayın
kirasını nasıl vereceğiz diye düşünüyorum. Yarını o kadar
öngöremiyorum ki, üç sene önce tatile de gidebilen, taksitle bir
şeyini alan orta sınıf aileydik biz. Bir kültürel sermayem, bir
yaşam tarzım var ama ekonomik olarak artık orta sınıf değiliz,
düştüğümüzü hissediyorum. Bu, sınıf tanımayan bir virüs falan
değil, etkilenen biziz. Patron teknesinde, hocalar, prof'lar
yazlıklarında, Instagram'dan karantina güzellemeleri
yapıyorlar.
Aslında tercih sıralamasında denk geldi diye psikoloji
okumuştum. Ama kendinizi geliştirmeye açık, diğer disiplinlerle
entegre olabilen, hayatın içinde bir alan. Severek yapıyorum işimi.
Bu koşullarda elimden geldiği kadar etik davranmaya çalışıyorum ama
kolay değil. Günde on kişi gördüğümde tabii ki verdiğim enerji
düşüyor, son seansta dinleyemez hale geliyorum. İşten çıktığımda
hiçbir sese tahammül edemiyorum, televizyon açamıyorum,
okuyamıyorum. Çocuğum bile bir şey anlattığında dinleyemiyorum.
Tabii, o gerekliliği bildiğimiz için biz de terapi alırız zaten.
Meslektaşlar birbirimizle indirimli falan ilgileniyoruz.
Hâlâ sürecin içinden geçtiğimizden, şu an yaşadıklarımızın
psikolojik etkileri üzerinde yorum yapmaktan yana değilim. Travma
derken bile imtina ederim, tahmin yapmak istemem. Ama özellikle
ergenlik yaşayanlar açısından zor bir dönem olduğunu
söyleyebilirim. Bu onların tam ailelerinden kopmaları,
sosyalleşmeleri gereken zamanken, sürekli aileyle oldukları
katastrofik bir süreç yaşıyorlar. İki dünya savaşı arasında
gençliğini yaşayanları düşünüyorum bazen, onun ardından 68 geldi,
cinsel devrim, varoluşçuluk geldi. Umut etmek benim sorumluluğum.
Bu sancılardan bir şey çıkacak, paradigma değişecek diye ummak
istiyorum. Rasyonel bakınca öyle gelmese de, bunu ummak
istiyorum.
Konuştuğumuz gün 120.204 vaka, 3174 ölüm
açıklanmıştı.
*Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu
öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki
eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan
sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan.
Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her
veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin
bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı
ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar,
erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi
yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde
çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar,
karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun
düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü
birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında
kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.