60 metreden atladım. Aşağıda bir nehir vardı ama o yükseklikten pek görünmüyordu. Belimde sağlam bir ip vardı -bungee jumping- ama insan pek hissetmiyor ipi. Korkmuyor da çünkü korkacak zaman yok, hızla düşüyorsun. Hızla dünya akıyor aşağı doğru, filmi hızla ileri alıyormuşsun gibi, birbirine girmiş kareler. Bir orman görünüyordu uzakta, rengarenk, solmuş ya da kızıl yapraklar ve yeşiller de var. Bulutlu bir havaydı, yağmur yağar belki, düştükten sonra tabii. Her durumda. Bunları düşerken görmedim, hızlı bir akış o kadar, biraz da puslu gibi oluyor dünya, şelaleden parçalanarak düşen su gibi ve zaten aklından bir şey geçirecek bile zaman yok. Sadece düşüş.
Esas mesele atlamadan önce. Kore’deydim. ‘Yapmamam gereken bir şey var mı?’ diye sordum İngilizce. "Jump jump" (atla atla) dedi sadece. İngilizce anlamıyordu sanırım. Daha önce Ekvator’da atlarken birkaç şey söylemişti adam ve 20 metreydi sadece. Nehri görüyordum orada ve ipsiz de atlarım gibi geliyordu bana. Adrenalin bağımlılık yapan bir şey. Bu kesin. Kötü bir alışkanlık benimkisi. Alkole yatırınca biraz yatışıyor galiba. Atlamasam da ödediğim 30 dolar gidiyordu. İsraf haram. Atladım.
Belinden yukarı çekiyor, bağlı olduğun ip. En az yarısı kadar, yukarı atıyor seni. Keyifli bir zaman, ‘yırttım’ diyorsun. Siz, ‘ne zorun var’ diyorsunuz muhtemelen! İkinci bir düşüş başladığında, daha yavaş değil aslında ve aklıma BBC’de seyrettiğim bungee-jumping kazaları geldi. Bu ikinci kısmında, ip düğüm oluyordu. Belinde bir fiyonk, asılı kalıyordun havada. En çok buna takmıştım. İp kopmalarına pek aldırmadım. Tehlikesi olmasa adrenalini olmaz zaten. Çok da sevmem böyle kaza videoları seyretmeyi.
Çok seyrederseniz, düşünürseniz çağırırsınız…
Tabii ki batıl inançlarım var. Her küçük burjuva maceraperestinin olması lazım bence. Kızılyıldızım var boynumda asılı mesela, beni koruyan. Çıralı’da Erol usta yapıyor camdan, sadece bana. Bazen yanımda fazla da oluyor, hediye ediyorum. Kolombiya’da bir gerilla liderinde, Brezilya’da gecekonduda bir küçük çocukta, filmimde oynayan arkadaşlarda, İtziar Martinez’de var mesela, La Casa de Papel’in Lizbon’u ya da Cannes’da birlikte çalıştığımız amele arkadaşlarımda.
-‘Batıl inanç uğursuzluk getirir’ diyordu Umberto Eco.-
Beş-altı metre kala nehre, asılı kalıyorsun havada. Nehir oldukça büyükmüş. Yukarıdan göründüğü gibi değil ve yeşildi çok. Bir kayıkla gelip alıyorlardı. Koreli çiftçi aile beni bekliyordu. Evlerinde kalıyordum. Bana sarıldılar, bir şeyler söylediler. ‘ Çılgın-çılgın’ diye çevirdi çocukları, ortaokula gidiyor, küçük, zeki bir kız. Bir kızıl yıldızı var onun da.
Ertesi sabah, bütün arkadaşlarına beni anlattı çiftçi. Hepsi benzer şeyler söyleyip, omzuma vurdular. Sonra uzun demir çubukları ile kalkanları ve kalın sopalarıyla, onları bekleyen polislere saldırdılar. Silahları vardı tabii ki polislerin ve TOMA'ları, yasaları, cüppeler giymiş karar vericileri, hapishaneleri ve şiddet tekelleri…
‘Çılgın’ Korece nasıl söyleniyor diye sordum Chiu’ya, küçük kız…
Onlar, uzun demir çubuklarını yere sürtüyorlardı, polislere doğru giderken…