Türkiye siyaseti ve AKP hükümetinin yorucu ve bitmeyen kriz
yaratma potansiyeli dünyadaki önemli gelişmeleri gölgeliyor ve
gözden kaçırmamıza neden oluyor. Oysa, küresel düzlemde ABD-Çin
rekabeti giderek yoğunlaşıyor ve yeni boyutlar kazanıyor.
Geçtiğimiz ay sonunda Avustralya’nın Fransa’dan eski teknolojili
denizaltı alım sözleşmesini iptal ederek, ABD yapımı nükleer
denizaltı alma kararı ve ABD Ulusal Güvenlik danışmanı Jake
Sullivan ile Çin Dışişleri Bakanı Yang Jieçi’nin Cenevre’de altı
saat süren görüşmeleri dikkatleri bir süredir yoğunlaşan
Hint-Pasifik bölgesindeki gelişmelere yöneltti. Bu yazıda ABD’nin
2018’den itibaren Çin’e karşı politikasını çok boyutlu olarak
sertleştirdiğini, partiler üstü bir nitelik taşıyan bu politikanın
ana ekseninin Hint-Pasifik bölgesi olduğunu ve bundan sonra ABD
genel dış politikasının bu sorun ekseninde belirleneceğini
tartışacağım.
HEGEMONYANIN ÇOK KISA TARİHİ
Tarihsel olarak hegemonik güçler denizci, deniz ticaretini
domine eden ve en güçlü deniz kuvvetlerine sahip ülkeler oldular.
Hegemonik güce kafa tutan, meydan okuyucular ise kara güçleri oldu:
Fransa, Almanya, tam oturmasa da Sovyetler Birliği. Bu konuda
literatürde buraya taşımaya imkân vermeyecek kadar geniş ve
kapsamlı tartışmalar var. Tarihsel analizler, Dünya Sistemi ve
ekonomi politik alanındaki çalışmalar bize her bir hegemonik gücün
(Hollanda, İngiltere, ABD) bir diğerinden ölçek olarak daha büyük
olduğunu, sermaye birikiminin ve ekonomik büyüklüğün en çok
geliştiği ülkenin, küresel kapitalist sınıfların da rızasını
alarak, kapitalist sistemin tepesine oturduğunu söylüyor. Bu açıdan
baktığımızda ABD’nin de gün gelip bu rolü daha büyük bir kapitalist
ülkeye bırakması, tarihsel sürecin izleğine baktığımızda
öngörülebilir. Ama şimdiye kadar küresel savaşlarla yaşanan
hegemonik el değiştirmenin aynı şekilde (lineer olarak) devam edip
etmeyeceğini bilmenin imkanı yok. Amerikan sistemi bu konuda, yani
hegemonya devri konusunda, İngiltere’den daha dirençli görünüyor,
bunun da nedenleri belli. Kestirmeden söylemek gerekirse,
yukarıdaki hegemonik döngünün (cycle) gayet iyi farkında olan ve
son 20 yılda anaakım ya da muhalif görünen çalışmalarla bu sürece
kafa yoran Amerikan sistemi “döngü kırıcı” (cycle-breaker) olmaya
çalışıyor ve bütün enerjisini giderek bu alana kaydırıyor.
ABD’NİN ÇİN STRATEJİSİNİN DÖNÜŞÜMÜ
ABD 2011’den itibaren Çin’e yönelik olarak strateji üretmeye
çalışıyor. Geçmişte “rebalance” ve “Asia pivot”
olarak tanımlanan bu stratejik dönüşümlerin (deniz kuvvetlerinin
yüzde 60’ını Pasifik’e kaydırmak gibi) etkili bir sonuç doğurduğu
söylenemez. ABD'nin ne yaparsa yapsın, Çin’in yükselişini, hem
ekonomik, hem de askerî açıdan güçlenmesini önleyememesi durumuyla
karşı karşıyayız. Obama’dan sonra Trump’ın başlattığı ticaret
savaşı bir işe yaramadığı gibi, Trump’ın Trans Pasifik ticaret
anlaşmasından çekilmesi, ASEAN’ı göz ardı etmesi gibi ihmalleri
Çin’e daha fazla alan kazandırdı. Bu noktada kritik dönüşümün
2018’de yaşandığı görülüyor. Bu tarihte Çin bir taraftan Güney Çin
Denizi’ndeki yapay ada inşasına devam ederken, ABD’nin iddiasına
göre, 2015’te ilan ettiğinin aksine, -başta egemenliği tartışmalı
Spartly adaları olmak üzere- bu adaları silahlandırdı ve askerî
varlığını karadan havaya, karadan deniz araçlarına füze
yerleştirerek ve askerî havaalanları inşa ederek tahkim etti.
İkinci olarak, 2018 başında Çin’in Bir Yol ve Bir Kuşak Girişimine
“Kutup İpek Yolu” projesini ekleyerek, buzların erimesiyle ortaya
çıkan Kuzey Buz Denizi’ni stratejik hedefleri arasına koydu. Bu tür
girişimlerin ABD sisteminde alarm zilleri çaldırdığını tahmin etmek
güç değil. Zaten bunun hemen ardından ABD Savunma Bakanlığı Çin’e
yönelik olarak hazırladığı strateji belgesinde Çin’i açıkça
revizyonist bir güç olarak tanımladı. Amerikan resmî söylemi bu
tarihten itibaren Çin’i “stratejik rakip” konumundan, “düşman”
(adversary) kategorisinde ele almaya başladı. Yine de ABD
söylemi ince bir ayrım yapmaya çalışarak, Çin halkını değil, ÇKP ve
hükümetini düşman gördüğünü vurgulamaya dikkat etti. Belki de en
dikkat çekeni, ABD’nin 2018’den itibaren Pasifik Komutanlığı’nın
adını “Hint-Pasifik Komutanlığı” olarak değiştirmesi.
ABD KURUMSAL YAPISINDA DÖNÜŞÜM
ABD sistemi genel olarak ağır işleyen ve ağır dönüşen bir
yapıdır. Bunun her ülke için söylenebilecek bürokratik nedenlerinin
ötesinde aynı konuda bazen çok sayıda kurumun işin içinde olması,
bütün dünyaya yönelik siyaset geliştirmeden kaynaklanan zorlukları
olduğu tahmin edilebilir. Çin politikasında da kurumsal dönüşüm
ağır işledi. Savunma Bakanlığı’nda Çin için bir “Görev Gücü”
oluşturulurken, Dışişleri Bakanlığı’nda şimdilik “Çin Dairesi”
denen 20-30 uzmandan oluşacak bir ekip kurulacak ve her elçilikte
Çin’in faaliyetlerini takip edecek uzmanlar bulunacak. Adalet
Bakanlığı’nda Trump döneminde “Çin Girişimi” başlatılırken, Hazine,
Çin’in teknoloji hırsızlığı ve Çin’e yönelik yaptırımlar üzerine
daha yoğun çalışacak. Aynı şekilde, en son CIA “Çin Görev
Merkezi”ni kurarak bu sürece katıldı. Eski diplomat olan CIA
direktörü William Burns bu Merkez’in, bütün birimleri ortadan kesen
ve "21. yüzyılda karşı karşıya olduğumuz en büyük jeopolitik
tehdit” dediği Çin’e karşı etkinliklerini artırmasından söz
etti.
ÇİN DENİZ GÜCÜNÜN YÜKSELİŞİ
Yukarıda bahsettiğim gibi, tarihsel olarak hegemonik güce meydan
okuyanlar kara güçleriydi ve bunlar kaybettiler. Çin ise coğrafi ve
tarihsel olarak daha çok kara gücü oldu. Ama özellikle son yıllarda
deniz ve hatta uzay gücü olarak yükselişte. ABD’li uzmanlar Çin’in
özellikle deniz kuvvetlerindeki modernizasyonunu büyük tehdit
olarak görüyorlar. Hatta rakamlara bakıldığında Çin’in deniz
kuvvetleri kâğıt üzerinde ABD’yi geçmiş durumda. Veriler değişmekle
birlikte Çin deniz kuvvetlerinde 355-360, ABD’de ise 293-297 deniz
aracı olduğu görülmekte. Bununla birlikte, içeriğe bakıldığında
ABD’nin çok gelişmiş ve büyük 12 uçak gemisine karşılık Çin’in iki
uçak gemisi olduğu, ABD’nin nükleer denizaltı, büyük destroyer gibi
deniz kuvvetlerinde üstünlüğünün devam ettiği görülüyor. ABD
açısından sorun, Çin’in, diğer alanlarda olduğu gibi, deniz
kuvvetlerinde de hırslı bir silahlanmayı sürdürmesi. Bunun anlamı,
ABD’nin deniz üstünlüğüne karşı, Çin’in bir yandan Bir Kuşak Bir
Yol, öte yandan da, deniz kuvvetlerinde meydan okuyor olması.
(Bunun yanında bilişim teknolojisi, siber alanlar, uzay yarışındaki
ilerlemesi vs devam ediyor). Diğer bir değişle, bazı uzmanların
“Kuşağı boşver, yola bak” diye tarif ettikleri, ABD’nin Çin’i daha
çok deniz yollarında karşılaması gerektiği ileri sürülüyor. Halen
dünya ticaretinin yüzde 80 civarı deniz yollarıyla
gerçekleştiriliyor ve bunun değişmesi kolay değil.
ABD KARŞI HAMLELERİ
Başkan Biden geçen eylül ayında BM Genel Kurulu’nda yaptığı
konuşmada Çin ile “Yeni bir Soğuk Savaş” istemediğini söyledi ve bu
açıklama olumlu karşılandı. Ama Çin meydan okumasının,
Sovyetler’den çok farklı olduğu ortada. Sınırları ve ideolojisi
belli, uzay ve askerî teknoloji dışında ve halkın temel
ihtiyaçlarını karşılayamayan, dünya ekonomisine eklemlenmemiş
Sovyet deneyimi ABD ve Batı sistemi için kolay lokmaydı. Çin’in
yarattığı sorun ise hiçbirine benzemiyor. ABD çok zorlansa da
birçok koldan Çin’e yönelik kuşatmasını yoğunlaştırıyor. Bunun için
öncelikle bölgedeki askeri varlığını güçlendirmeye çalışıyor. Bunun
da altında yatan strateji Çin’in öncelikle Güney Çin Denizi'nde
hakimiyet kuracağı, buradan alacağı güçle küresel hakimiyet
arayışına gireceği algısı. ABD, Çin’i öncelikle bu bölgede
çevrelemeye ve bunun için elindeki bütün imkanlarla birlikte,
özellikle bölgesel müttefiklerini mobilize etmeye çalışıyor.
Biden’in Beyaz Saray’da ağırladığı ilk liderin, Japonya başbakanı
olması, Dışişleri ve Savunma Bakanlarının ilk gezilerini, başkan
yardımcısı Kamala Harris’in ise ikinci yurt dışı gezisini Güney
Doğu Asya’ya yapmaları rastlantı değil. ABD ayrıca, bölgede “Özgür
Seyrüsefer Operasyonları” adını verdiği deniz harekatları ve
tatbikatları sürdürüyor. ABD, Hint-Pasifik Komutanlığında 2 bin
uçak, 200 savaş gemisi ve denizaltı ve 370 bin personel tutarak
Çin’i bu bölgede karşılıyor. QUAD adını verdiği yapıyla; kendisi,
Hindistan, Japonya ve Avustralya’yı Çin’e karşı bir araya getirdi.
Bu çerçevede bölgedeki müttefiklerini hem birbirleriyle olan
sorunlarını (Japonya-G. Kore) hallederek Çin’e odaklanmaya, hem de
ortak askerî işbirlikleri ve tatbikatlarla Çin’e karşı pozisyon
almaya itiyor. Örneğin, Japonya ve Tayvan savaş gemileri ortak
tatbikat yaparken, Avustralya ve Japonya Kasım 2020’de savunma
anlaşması imzaladılar. Bu arada ABD’nin, Avrupalı müttefiklerinin
Çin ve Pasifik politikasından memnun olmadığını belirtmek gerek.
Örneğin, AB’nin son Hint-Pasifik Strateji Belgesi, alt başlık
olarak işbirliğinden söz ederken içeriğinde de daha çok işbirliği
imkanları üzerinde duruyor. Dolayısıyla, ABD bu bölgeye yönelik
siyasetini, bölge ülkeleriyle birlikte yürütmeyi tercih ediyor.
AVUSTRALYA ÇİN’E KARŞI
Bölge gelişmeleri açısından önemli bir kırılma noktası,
iktisaden giderek birbirine yaklaşan ve 2015’te serbest ticaret
anlaşması imzalayan Çin ve Avustralya ilişkilerinin, 2018’den
itibaren bozulmaya başlamış olması. Bir yandan Avustralya
medyasında Çin karşıtı haber ve yorumlar artmaya başlarken ve
toplumda Çin karşıtlığı yükselirken, resmi düzeyde karşılıklı
suçlamalar arttı. Avustralya parlamentosu Çin’in casusluk
faaliyetlerini önlemeye yönelik yasalar çıkarırken, yetkililer Hong
Kong, Uygur bölgesi ve Güney Çin Denizi'ndeki faaliyetlerini
eleştiren açıklamalar yapmaya başladılar. Çin de misilleme olarak
bu ülkeden demir, lityum gibi ithal ürünleri kısıtlamaya başladı ve
öğrenci göndermeye kısıtlama getirdi. Hatta, artık daha çok görmeye
başladığımız bir tarzda Çin Komünist Partisi’nin çıkardığı
Global Times gazetesi Avustralya için “Ayağa yapışmış
sakız” gibi ağır bir ifade kullandı. Bölgedeki gelişmeleri yakından
takip edenler, ABD’yi Çin konusunda daha sert olmaya itenin
Avustralya olduğunu iddia ederken, tersi de makul görünüyor. Yani,
ABD’nin Çin stratejisine Avustralya’nın dahil olması, bu bağlamda
Fransa’nın biraz eski teknoloji olan dizel temelli denizaltıları
yerine, su altında çok daha uzun süre kalabilen ABD yapımı nükleer
denizaltılar ile deniz gücünü güçlendirmesi anlam kazanıyor.
Avustralya bu çekişmeden ekonomik zarar görmekle birlikte, arkasına
ABD’yi alarak geri adım atmadı, bu olay bir bakıma Çin’in gücünün
sınırlarını gösterdi. Çin artık Batı ile ilişkilerinde alttan alan
bir pozisyonda değil. Çinli yetkililer, Alaska’da yapılan dışişleri
bakanları toplantısında olduğu gibi ABD ile dişe diş aynı seviyeden
konuşuyorlar, artık bu özgüvene sahipler. Hatta, Çinli bir yetkili
Avustralya’yı kastederek “Çin’i kızdırmayın, Çin’i düşman etmek
istiyorsanız, oluruz” gibi tehdit içeren bir ifadeyi de
kullanabildi.
ABD kendi kurduğu sistemi “liberal uluslararası düzen” olarak
tanımlayıp, Çin’in de buna uymasını ve küresel hiyerarşide daha alt
bir pozisyonda kalmasını talep etti. Tepesinde ABD hegemonyasının
ve onun altında yakın müttefiklerinin bulunduğu bu düzenin
emperyalist, adaletsiz, yer yer saldırgan olduğunu, çevreyi, doğayı
tüketme noktasına getirdiğini biliyoruz. Çin, bu düzenden uzun süre
boyunca itiraz etmeden faydalandı. Trump döneminde küreselleşmenin
savunucusu oldu, çok mal satıp, ithalatı zorlaştırdı, her yere
yatırım yapıp, başka ülkelerde limanlar, şirketler satın alıp,
kendi ülkesinde ancak izin verdiği alanlara yatırıma göz yumdu.
Güçlendikçe bu düzenden uzaklaşmaya başladı. Hiyerarşiden daha
fazla pay almakla, doğrudan ABD’nin yerine göz koymak arasındaki
bir yere oturdu. Küresel sistemin adaletsiz yönlerine dair çok az
söz söyledi. Daha adil bir sistem önerisinde bulunmadı. ABD
merkezli adil olmayan küresel düzeni dönüştürmekten çok, kendisinin
bu düzenden daha fazla pay alacağı ve mümkünse ABD’nin yerine geçip
aynı düzeni, kendi kapitalist anlayışı etrafında kuracağı bir düzen
arayışına yöneldi. Bunların ikisinden de dünyanın şu haline gelecek
bir fayda yok maalesef.