Çin-ABD rekabetinde insan hakları ve demokrasi meselesi

Dananın kuyruğu, bu yılın ilk yarısında Washington’da toplanması beklenen “Demokrasi Zirvesi”nde kopacak. Bu zirvede Myanmar darbesi ve Uygur soykırımıyla beraber, ülkelerinde düşünce ve ifade hürriyetini boğan, aydınları, basın mensuplarını ve muhalifleri zindanlara atan tüm otokratik rejimler hedef tahtasına oturtulacak.

Abone ol

Hakan Okçal*

Çin güçlenip zenginleştikçe ABD’nin karşısına hayatın her alanında zorlu bir rakip olarak çıkıyor. İki büyük güç arasındaki rekabetin hangi alanlarda yoğunlaştığını daha önceki yazılarımızda irdelemeye çalışmıştık.

Avustralya eski Başbakanı Kevin Rudd’ın Foreign Affairs dergisinin son sayısında yayımlanan makalesinde yer aldığı gibi ABD-Çin rekabetinde önümüzdeki on yıl belirleyici olacak.

Myanmar’daki askerî darbe, insan hakları ve demokrasi konusunun iki devlet arasındaki en kırılgan fay hatlarından biri olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Myanmar’da 1 Şubat tarihinde ordunun yönetime el koymasından sonra, askerî cuntanın tutumu beklendiği üzere sertleşmeye başladı. Ülke çapındaki gösterilerde güvenlik güçlerinin gerçek mermi kullanması nedeniyle şimdiden 50 civarında sivil canlarını kaybederken, bin 300 civarında aktivist ve toplum önderinin yasadışı yöntemlerle tutuklandığı tahmin ediliyor. Tutuklananların çoğundan haber alınamıyor. Askerlerin önümüzdeki dönemde halkın direnişini kırmak amacıyla baskı uygulamalarını tırmandırarak daha çok kan dökmeleri ve daha fazla kişiyi kaybetmeleri bekleniyor.

BM Güvenlik Konseyi bu vahşet karşısında Çin’in ve Rusya’nın engellemeleri nedeniyle hâlâ sessizliğini koruyor. Çin, Myanmar’da darbenin yapıldığı ilk günlerde İngiltere tarafından sunulan karar tasarısını meselenin “Myanmar’ın içişleri” olduğu gerekçesiyle veto etmiş, Rusya da Çin’in tavrını desteklemişti. Aradan beş hafta geçtikten sonra ülkede çok vahim insan hakları ihlalleri yaşanmasına rağmen Çin’in tavrında bir değişiklik olmadı. BM Güvenlik Konseyi’nin tutum alamaması askerî cunta liderlerini cesaretlendiriyor. Cunta sorumluları birkaç gün önce BM Genel Sekreteri’nin Myanmar Özel Temsilcisi Christine Schraner Burgener’le yaptıkları görüşmede BM’in aleyhte alacağı kararlardan çekinmediklerini küstahça ileri sürerek, kan dökmeye devam edeceklerini ifşa etmekten çekinmediler. BM’in saygınlığına ve uluslararası değerler sistemine meydan okuyan bu tutum Çin’in cesaretlendirici tavrı olmadan düşünülemez. Bayan Burgener’in cunta temsilcilerine ülkedeki durumun bölgenin istikrarını olumsuz etkilediğini vurgulayarak, sorunun savaşa yol açma ihtimali bulunduğu uyarısı yapması önemliydi.

Ülkede gerçekleşen darbe ve sivillere yönelik insan hakları ihlalleri Myanmar’ın üyesi olduğu ASEAN’ın gündemine bu ayın ilk günlerinde nihayet gelebildi. ASEAN ülkeleri dışişleri bakanları, Myanmar cunta hükümetinin yeni atadığı dışişleri bakanıyla sanal ortamda dönem başkanı Brunei’nin düzenlediği toplantıda bir araya gelerek durumu tartıştılar. Toplantı sonrası Brunei tarafından yayınlanan sade suya tirit başkanlık bildirisinde utanç verici şekilde “tüm taraflara soruna barışçıl çözüm bulmaları için yapıcı diyalog içinde olmaları, şiddeti kışkırtmaktan uzak durmaları, itidal ve esneklik içinde hareket etmeleri” çağrısı yapıldı. Darbenin ilk günlerinde de aynı ölçüde utanç verici bir bildiriye imza atan petrol zengini şeriatçı Brunei’den başka bir tavır beklenmezdi. Ancak, toplantının boşa geçtiği de düşünülmesin. İçeriden gelen bilgiler ve bazı ülkelerin daha sonra yaptıkları açıklamalar, Myanmar’ın ağır eleştirilere uğradığını gösteriyor. ASEAN’ın demokratik sayılabilecek ülkeleri Singapur, Malezya ve Endonezya’nın silahsız göstericilere ateş açılmasını sert dille kınayarak ülkede şiddete son verilmesini ve başta Aung San Suu Kyi olmak üzere, tüm tutukluların derhal serbest bırakılmasını talep ettikleri anlaşılıyor. Bu, bölge için bir umut ışığı olarak değerlendirilebilir. Yukarıdaki ülkelere, Duterte rejimi altında demokrasiden uzaklaşan Filipinler'in de katılmış olması önemli. ASEAN demokrasi ve insan haklarından yana açık bir tavır alabilir ve Myanmar’daki darbeciler üzerindeki baskısını artırabilirse rüştünü ispatlayabilir. Böylesi bir gelişme kendisi de insan hakları ihlalleriyle suçlanan Çin’in işine elbette gelmez. Çin, ilkelere değil ticarete önem vererek, kendi işine yarayacak altyapı projeleri için ucuz kredi sağlayarak veya askerî güç gösterisi yaparak belki bölgesel nüfuzunu artırabilir ama saygınlığını artıramaz. Evrensel değerler konusunda kendisi örnek olmadıkça, bu değerlerin savunuculuğunu yapmadıkça, Çin’in gerçek anlamda global bir güç haline gelmesi asla hayal edilemez.

Myanmar’daki darbe bu ülkenin içişleri olarak geçiştirilebilecek bir konu değil. Myanmar’a yapılan diplomatik müdahaleler, Çin’i Sincan, Hong Kong ve Tibet başta olmak üzere ülke içindeki insan hakları ihlalleri nedeniyle hayli rahatsız ediyor. Çin tarafından Uygurlara karşı işlenen insanlık suçları şimdiden Batı dünyasının üst gündem maddeleri arasında yer alıyor. Çin’in Sincan’daki vahim insan hakları ihlalleri artık Batı'da tartışmasız bir ön kabul haline geldi. Çok sayıda aydının ve toplum önderinin keyfî terör suçlamalarıyla hapse atılmaları, direnen kesimlerin ülkenin iç bölgelerine zorla göç ettirilmesi, bir milyon kişi civarında bir kitlenin çalışma kamplarında insanlık dışı yöntemlerle indoktrinasyon kurslarına ve angaryaya tabi tutulması, kadınlara cinsel istismar uygulanması, çocukların ailelerinden koparılıp Han kültürü ile yetiştirilmesi, camilerin kapatılması gibi yöntemlerle bölgenin etnik, demografik ve kültürel kompozisyonunun vahşi şekilde değiştirilmeye çalışıldığını Çin artık gizleyemiyor. Yukarıda belirtilen insan hakları ihlalleri, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamına girer. Bu gibi suçları işleyenlerin ideal bir dünyada uluslararası yargı önünde hesap vermeleri gerekir. Reel politik nedenlerle bu yapılamazsa, işlenen suçların kamuoyu önünde afişe edilmesi yoluyla Çin üzerindeki baskının artırılması şu anda tek seçenek. Türkiye başını kuma gömse de, Batı dünyası bu konuda onurlu bir tavır takınarak, değerler alanında önderliği hak ettiğini bir kez daha ispatlıyor.

Hong Kong’da ve Tibet’te de ağır insan hakları ihlalleri yaşanıyor. Çin, İngiltere ile vardığı mutabakat gereği teslim aldığı Hong Kong’da, bu kentin 2047 yılına kadar sahip olması gereken özel statüsünü yok sayarak Hong Kong halkının yaşam biçimini değiştiriyor, ekonomisini baltalıyor ve demokrasiyi boğuyor. Hong Kong’daki yüksek standartlar, özgürlük ortamı ve demokrasi, giderek daha baskıcı ve merkeziyetçi bir yönetim anlayışını hayata geçiren Çin Komünist Partisi liderliğinin, rejimin “bekâsı için” izin verebileceği şeyler değildi. Hong Kong’lu aydınlara, siyasetçilere, öğrenci liderlerine ve aktivistlere reva görülen insan hakları ihlalleri İngiltere, ABD ve AB tarafından sert dille eleştiriliyor. Burada yaşananların başta Tayvan olmak üzere, Güney Kore, Japonya ve Asya’nın farklı köşelerinde, özellikle genç kesimler arasında ciddi yankılanmaları olduğundan kuşku duyulmasın.

Myanmar, nasıl Myanmar’ı aşan boyutlara sahipse, Hong Kong’un da onu aşan boyutları var. Hong Kong’da birleşmeden sonra uygulamaya konulan “Tek Devlet, İki Sistem” siyaseti, Çin’de sosyalist pazar ekonomisini başlatan ve ülkeyi dış dünya ile rekabete açan pragmatik lider Deng Xiaoping tarafından Tayvan’la barışçıl birleşmenin zemini olarak önerilmişti. Çin’in aynı taahhüdü çerçevesinde devredilen Hong Kong’da liberal ekonomik sistem ve demokrasi sertlikle boğulurken Tayvan’ın kıta Çin’i ile kendi rızasıyla birleşmesini kimse bekleyemez. Hong Kong’daki olumsuz gidişat Tayvan’da milliyetçi dinamikleri harekete geçirmiş ve Cumhurbaşkanı Tsai Ing Wen 2016 yılında iktidara gelmişti. Tayvan üzerindeki Çin baskısı arttıkça ülkenin ilk kadın cumhurbaşkanı olan Bayan Tsai’ın da popülaritesi arttı ve 2020’deki seçimlerde büyük bir oy farkıyla iktidarını korudu. Bayan Tsai artık Çin’le birleşme arzularının olmadığını, Tayvan’ın bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdüreceğini belirterek, Çin’e demokrasi yolunu tavsiye ediyor. Çin lideri Xi Jinping ise bir süredir Tayvan’la birleşmek için askerî seçeneğe başvurulabileceğini söylüyor. Çin bu çerçevede, Tayvan Boğazı’ndaki askerî tatbikat ve operasyonlarını arttırarak bu ülkeye karşı adı konulmamış bir abluka uyguluyor. Tayvan üzerindeki baskılar, Çin’in Güney Çin Denizi’nde yaptığı askerî tahkimat ve izlediği yayılmacı politikalarla beraber düşünüldüğünde, bu bölgede askerî gerilimlerin arttığı kuşkusuz.

ABD Çin’in askeri güç gösterilerine karşı Güney Çin Denizi’nde ve Tayvan Boğaz’ında FONOPs (Seyrüsefer Özgürlüğü Operasyonları) adı verilen askerî misyonlar düzenliyor. Bunların sonuncusu Şubat ayı içinde Spratly adalarının yakınlarında ve Tayvan Boğazı’nda icra edildi. Bu operasyonlara İngiltere, Avustralya, Fransa da zaman zaman farklı gruplar halinde katılabiliyorlar.

Pasifist Japonya’nın, Shinzo Abe döneminde anayasasını yeniden yorumlanarak ülkenin Öz-Savunma Güçlerinin (Japon Silahlı Kuvvetleri'nin), müttefiklerin savunması için görevlendirilebileceğine karar vermesinden sonra Japonya, ABD, Hindistan ve Avusturya’yla beraber üye olduğu, Asya’nın NATO’su olarak da adlandırılan “Quad”ın ortak tatbikatlarına daha aktif şekilde katılmaya başladı. Japonya esasen Asya-Pasifik bölgesinde Trump’ın boşalttığı liberal dünyanın liderliğini kendi ölçüsünde doldurmaya çalışmıştı. Örneğin Trump’ın Transpasifik Ortaklık’tan (TPP) çekilmesinden sonra Obama’nın emek verdiği bu serbest ticaret birliğinin ölmesine izin vermemiş, TPP’nin “Kapsamlı ve İlerici (Comprehensive and Progressive) Transpasifik Ortaklık Anlaşması” (CPTTP) adıyla yoluna devam etmesi için önderlik rolü üstlenmişti. Joe Biden yönetimi, Abe’nin politikalarını izleyen şimdiki Başbakan Suga’nın kişiliğinde Çin’e karşı güvenilir bir müttefik bulmaktan memnundur herhalde. Bu ikilinin (ABD’nin yeniden katılımından sonra) TPP ve Quad’ın güçlenmesi ve yeni üyelerle takviye edilmesi için beraber çalışmaları beklenir.

Batı Pasifik bölgesinde askeri yapılanmalar ve karşılıklı güç gösterileri artarken, tarafların sıcak çatışmayla sonuçlanacak kontrol dışı olaylardan kaçınmak için gereken özeni göstermek istedikleri biliniyor. Bu amaçla Trump döneminde kesilen Çin ve ABD arasındaki güvenlik diyaloğuna yeniden işlerlik kazandırılması gerekecek. Esasen Biden döneminde ABD’nin “Asia Pivot” anlayışına dönerek bir yandan belli alanlarda Çin üzerindeki baskıyı artırırken, diğer yandan Çin’le işbirliği yapabileceği alanlarda diyalog zeminini yeniden tahkim etmesi bekleniyor. Çevre ve sağlık konuları (özellikle Covid-19’la mücadele) ABD’nin Çin’le diyalog ve işbirliği yapabileceği alanlar olarak ortaya çıkarken, insan hakları ve demokrasi konusu bu ülke üzerinde koalisyon halinde baskı kurulacak öncelikli alan olarak kendini gösteriyor. Dışişleri Bakanı Blinken Senato atama görüşmelerinde Çin’i Uygurlara soykırım yapmakla itham ederek bunun ilk işaretini esasen vermişti.

Dananın kuyruğu, bu yılın ilk yarısında Washington’da toplanması beklenen “Demokrasi Zirvesi”nde kopacak. Bu zirvede Myanmar darbesi ve Uygur soykırımıyla beraber, ülkelerinde düşünce ve ifade hürriyetini boğan, aydınları, basın mensuplarını ve muhalifleri zindanlara atan tüm otokratik rejimler hedef tahtasına oturtulacak. Türkiye’nin bu zirveye davet edilip edilmeyeceğini sormak bile abes. Anlamayanlar gereken mesajı Biden’ın Erdoğan’a uyguladığı “kasıtlı (veya ilkeli) kayıtsızlık politikası”dan çıkarabilirler.

Amerikan karşıtlığını kendisine değişmez dogma haline getirenlerin “demokrasi ve insan hakları şampiyonluğu yapmak Biden’a mı düştü, ABD önce kendine baksın” nidalarını duyar gibiyim. ABD’nin demokrasi zaafları kuşkusuz mevcut. Demokrasi sicili çok daha iyi olan Almanya gibi başka ülkeler elbette var. Ancak bunların ABD kadar etkileri yok. Biden işbaşına gelene kadar bu konuda diğerleri tarafından yeterli liderlik ortaya konulamadı. Bırakın birileri öne çıksın, bu kötü gidişata set çekilsin.

*Emekli Büyükelçi