Hatırlanacağı üzere sinemamızda, modern anlamda 'cin' temalı korku filmlerinin temeli 2004 yılında Orhan Oğuz imzalı "Büyü" filmiyle atıldı. Nispeten rahat bir bütçe ve büyük bir reklam kampanyasıyla (o dönem bu kadar ünlü olmayan oyuncu kadrosunu da unutmayalım) yapılan bu filmin hemen bir devam bölümü olması beklenirken, belki galasında yaşanan 'yangın' skandalı, belki de beklediği gişe hasılatını yakalayamamasından dolayı bu çekim gerçekleşmedi.
Ancak bu yapım yine de sinemamızda yeni bir 'yol' açmış oldu ve iki sene sonra bu sefer Hasan Karacadağ çok daha mütevazı bir bütçeye sahip olan "Dabbe" filmiyle şansını denedi ve büyük bir gişe başarısı (yanlış bilmiyorsak bütçesinin yaklaşık üç katı) kazandı. Doğal olarak bu başarıdan sonra birçok devam filmi geldi ve günümüze kadar ulaştı. Kuşkusuz bu filmlerin her biri böyle rekorlar kırmamıştır, hatta bizce bazıları çok kısıtlı sayıda seyirciye ulaşmış olabilir ama bu 'akımın' bitmemesi ve hiç de bitecek gibi durmaması yine de bu tür yapımların sadık bir seyirci kitlesine sahip olduğunu ve çoğu zaman gişede bir fiyasko ile karşılamadıklarını kanıtlıyor.
Bu 'akımda' kendine önemli bir yer bulan yönetmen Alper Mestçi’nin "Siccin 7" filmi de bu eğilimin son örneği… Bizce bu tür filmlerin çoğu ne yazık ki basmakalıp senaryo, gerçekçi olmayan karakterler, sönük bir entrika, ağır ve genelde abartılı bir makyajdan çıkmış 'cinlerle' korkutmaya çalışma gibi öğeler barındırıyor ve "Siccin 7" de 'kaideyi bozmuyor!' Aslında bunlardan tekrar bahsetmemiz biraz gereksiz, bunun yerine bu tür yapımların niye sadece 'cin' olayına saplandığını değerlendirmemiz daha ilginç olabilir. Madde madde bakacak olursak:
Bulaşan lanet: Yerli korku filmlerinde de yabancı korku filmlerinde de bir grup insana geçmişten veya keşfedilen bir mekandan gelen bir 'lanet' adeta bulaşır ve hayatlarını cehenneme çevirir. Bu lanet, sinemamızda dini temalara dayandırılmaya çalışılsa da genelde çıkış noktasını hep bir şaman törenini andıran sekanslardan alır. Aslında şaman kültürü de bize yabancı bir kavram değil ancak genelde yönetmenler bununla İslami değerleri birbirine katmaya başlayınca ortaya garip, 'hibrit' bir yapı çıkıyor. Bazen lanetten ve doğuş nedenlerinden bahsediliyor ama bunun kökenleri, kültürümüzde nasıl bir yer tuttuğu ve bu lanetin 'nelerden beslendiği' gibi konular hep geçiştiriliyor. Örneğin dünya çapında büyük bir başarı kazanan "The Ring" filmi bilindiği üzere "Ringu" adında bir Japon yapımının 'remake'idir. Bu filmde kullanılan kuyu, deniz kısaca 'su' temasının ön planda olması zaman zaman Japonya’da bütün tarlalara zarar veren ve bir doğal felaket yaratan sellere karşı duyulan korkudan kaynaklanır.
Mekanların boyutu: Sinemamızda 'lanetin' doğduğu mekanlar genelde izbe, yarı dökük, adeta boğazına kadar kir ve pisliğe batmış, harabeyi andıran ufak mekanlar oluyor. Sonrasında bu 'lanetle' mücadele eden aile ise çoğunlukla müstakil bir evde oturan, zengin olmasa da orta-üst sosyal seviyeye sahip kişilerden oluşuyor. Sanki sefaletten ve ilkellikten gelen bir 'cin' modern görünen bir aileye veya bir grup gence savaş açıyor. Ancak bu 'cin' genelde 'dışarıda' kalıyor. Başka bir deyişle bir grup insana musallat olan bu 'kötü ruh' zaman zaman kurbanlarının vücutlarına girse de çoğu zaman bağımsız bir yaratık olarak karşılarına dikiliyor. Art arda jump-scare'ler yaratan bu cinler çoğu kez birer grotesk zombiyi andırıyor. Senaryo ilerledikçe çoğalıyor ve daha çok saldırıyorlar hatta bazıları "Büyü" filminde olduğu gibi cinsel saldırıda bile bulunuyor.
Şunu da belirtelim: Filmlerde mekanların ölçeğini tabii ki bütçe ve olanaklar belirler ama bizce bir mekanın kısıtlı olması bile bazen çok başarılı sonuçlar verebilir. (Örneğin Evil Dead…)
Korkunun niceliği değil niteliği: Korku filmlerimizde yer alan 'cin' teması sanki 'kazandıran bir reçete' tarzında kullanılıyor. Sanki kültürümüzde korku yaratabilecek hiçbir karakter yokmuş gibi… İlk aklımıza gelen ve yerel anlatılarda yer alan Yecüc ile Mecüc, 'kuyudan çıkan' Şubat Kadınları, Deccal veya 'Dabbetül arz' (ilk "Dabbe" filminde dile getirildi ama gerçek anlamda bir temsil görmedik) gibi örnekler çok değişik korku hissiyatları yaratabilecekken bu farklı yollar yönetmenlerimiz tarafından adeta ‘ellerinin tersiyle itiliyor!'
Bir de tabii ciddi bir nicelik ve nitelik karışıklığı da mevcut… Filmde bir korku ve endişe duygusu yaşamak isteyen seyirciler bunun daha çok 'korku unsurunu' beklemek, hissetmek, bir şeylerin ters gittiğinin emarelerini görmek şeklinde olmasını beklerken bunun yerine her taraftan fırlayan cinler, onları 'zıplatmaktan' başka bir işe yaramıyor. Örneğin daha önceden tanıdığımız bir karakterin beklenmedik ters hareketler yapması veya öldüğünün farkında olmayan (biz seyirci olarak daha sonra öğreniyoruz) birinin başkarakterlerin karşısına dikilmesi gerçekten ‘dip’ korkularımıza hitap edebilecekken nadiren böyle bir tutum takınılıyor.
Şu notu da düşmeden bitirmeyelim: Tabii ki yabancı sinemada da birçok başarısız korku filmi mevcut. Hatta bizce çoğunluğu öyle… Bazı eski başyapıtları bir kenara koyarsak Ari Aster filmleri ve bazı istisnai yapımlar bu görevi layığıyla yerine getirmeyi başarıyorlar. Ama kuşkusuz bizim izlediğimiz yollarla değil!