Cebeci’de bir üniversiteyi vurdular bu yıl, eli kolu sımsıkı bağlıyken hem de. Cebeci’de bir kampüs vuruldu güpegündüz... Katilleri hiç kimse aramıyordu.
...onlar vurdu ben vurmadım
cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben vursam kendimi vuracaktım
Muhteşem Cate Blanchett Manifesto filminde 13 ayrı karaktere bürünerek, Komünist Manifesto’dan Pop Art’a hayatta ve sanatta çığır açan manifestolara ses veriyor. Blanchett’in canlandırdığı karakterler arasında bir ilkokul öğretmeni de var. Öğretmen, Jim Jarmusch’un film yapımına dair bir manifesto niteliğindeki, “hiçbir şey orijinal değildir, size esin veren ve hayal gücünüzü tetikleyen ne varsa ondan çalabilirsiniz...” sözlerini öğrencilerine belletiyor.
Bugünkü yazımda bu manifestonun izindeyim. Cinayeti Attila İlhan şiirinden esinle yazmaya başladım. Hadi hayırlısı.
Cebeci “cinayeti”nin romanını da yazacağım. Romanı zihnimde neredeyse yarılamış durumdayım. Yıllar boyunca yaratıcı yazmanın sinema, televizyon ve edebi formları üzerine ders vermiş, anlatı türlerini bilimkurgudan polisiyeye öğrencileriyle birlikte didik didik etmiş biri olarak yazmasam olmaz. Bakarsınız bir bestseller bile çıkar buradan. Eyy David Lodge, akademik dünyanın büyük romancısı, rakip geliyor sana. Bekle!
Bir dedektif titizliğiyle çalışılması gerekiyor bu roman için. O halde öncelikle dedektif öykülerinin temel ilkelerini, S. S. Van Dine’ın tanımladığı ve linkteki kaynakta genişçe aktarılan kuralların birkaçından hareketle hatırlayalım.
“...yazar suçluyu hizmetçilerden seçmemelidir. Bu meselenin özüne yan çizmektir. Bu durumda çözüm çok kolay olacaktır... [Romanda hizmetçilerin rolü net biçimde serimlenecektir fakat katil uşak değildir tabii ki de]. Ne kadar cinayet işlenmiş olursa olsun, ortalıkta tek bir suçlu bulunmalıdır. Elbette suçlunun sürekli bir yardımcısı ya da ortakları olabilir, ne var ki bütün yükü bir çift omuz üstlenmelidir. Okurun bütün öfkesi tek bir günah keçisinde yoğunlaşabilmelidir... [Günah keçisi sözü haksızlık gibi gelebilir fakat değildir. Zira o bir çift lanet omuz olmasa o cinayet de asla gerçekleşemeyecektir]. Bir dedektif romanında, cinayetin sorumluluğunu, hiçbir zaman bir profesyonel katil üstlenmemelidir. Hırsız ve haydutların suç eylemleri, yazarlarla mükemmel amatör dedektiflerin değil, polisin meselesidir. Gerçekten büyüleyici bir cinayet, iyilikseverlikleriyle tanınan bir kilise görevlisi ya da yaşlı bir bakire tarafından işlenmiş bir cinayettir. [Büyüleyici cinayet tanımlaması bir oksimorondur ama maalesef kötülüğün ve gücün büyüleyici bir yanı da vardır. Kötülerin etrafındaki moron ve demonik kalabalığı da kısmen bu büyü açıklamaktadır.]”
Cebeci kıyımının sorumlusu da her kimse aynı zamanda bir “iyiliksever”di şüphesiz. Kapalı kapılar ardında ve her fırsatta, AKP’nin baskı ve yıldırmalarından kurumunu korumak için canını nasıl da dişine taktığını, o olmasaydı hede hödö... anlatarak kitlesini konsolide ediyordu belki de. Zaman konsol üreticilerinin zamanıydı ne de olsa. Ne kadar çekmece o kadar kirli çamaşır. Hey gidinin Cebecisi...
Dedektif öyküsü ilkelerinin bir diğeri de her ne kadar alıntı yaptığım kaynakta zikredilmiyorsa da katilin er ya da geç suç mahalline geri döneceğidir. Bizim The Persona’mız da suç mahallinden zihnen hiç ayrılamıyor. Çakılıp kaldı oraya. Üretken, başarılı ve ahlaklı onlarca barış akademisyenini kapının önüne koydurduktan beri mütemadiyen başarı, emek, üretkenlik, huzur, hayatı anlamlandırma (ba ba ba...) ve hatta hiç ama hiç mahcubiyet duymadan liyakat, hakikat, adalet filan lafları ediyor sosyal(imsi) medyasında. Bu paylaşımların her biri suç mahalline geri dönmenin semiyolojik şahikası niteliğinde.
Dostlar gücenmesin ama tekrar tekrar döneceğiz bu konuya. Türkiye’de üniversitenin başına gelenler arasında en vahimi Cebeci ve Sıhhiye’de yaşananlar değildi hiç kuşkusuz. Fakat bizler bir “cinayet”in görgü tanıklarıyız. Herkes kendi gördüğü “cinayet”i, herkes en iyi bildiği “kötülüğü” anlatmak zorunda. Bizim en iyi bildiğimiz kötülüklerden biri “Cebeci çukuru”nda gerçekleşti. Herkes kendi kurumunda olanları bir an önce anlatmaya başlamalı.
Cebeci ve tabii Sıhhiye’deki hak hukuk cinayetleri, bu ülkenin bu manada nasıl dev bir “suç mahalli”ne dönüştüğünü anlatabilecek pilot olaylar kabilindendir. Ama yine de periyodik yazılarımıza baktığınızda, olay yeri Cebeci olan yazılarımızın bütün yazdıklarımıza oranla yüzde 10 filan olduğunu görebilirsiniz. Cebeci kıyımına dair yazılarımız, bu ülkenin genel olarak başına gelenleri değerlendirdiğimiz yazılar içinde küçük bir toplama denk düşüyor kısacası.
Cebeci’deki hukuk ve adalet kıyımı dur durak bilmiyor üstelik. Sadece geçtiğimiz birkaç hafta içinde yaşananlara bakalım. Üniversiteden zaten çoktan ihraç edilmiş olan kıymetli meslektaşım Dinçer Demirkent’e, yaşadığım hukuksuzluğu ve özlük hakkı ihlallerini anlattığım bir röportajımın linkini üniversite kamuoyuyla paylaştığı için ceza verebilen yerdir Cebeci. Hukuk fakültesinden ihraç edilen mücadeleci meslektaşım Cenk Yiğiter’in sahip olduğu işi, yaşam çevresini ve öğrencilerini elinden aldıktan sonra şimdi de öğrenim hakkını anayasaya aykırı bir yönetmelikle engelleyen bağlamdır Cebeci.
Tekrar belirteyim, meslektaşıma sadece ve sadece benim röportajımın linkini paylaşımı nedeniyle ceza verdiler geçen ay. Çoktan meslekten atılmış olduğu ve bir maaşı da olmadığı halde sevgili Dinçer’e maaş kesme cezası uygun görüldü! Linkini paylaştığı röportajdaki iddia ve ithamları benimsiyor görünmek suçundan söz ettiler hem de! Suça bakın su için...
Filmimiz Cebeci kırsalında geçiyordu zira. Oralar hep bostan, yılların akademisyenleri de kara lahana zebzesi zannedilmekteydi... Höööhöööyyt. Kim tutardı onları!
Hakkın ve adaletin zamanı kolay aşılmıyor. Gelecek uzun sürse de kaçınılmaz olarak geliyor. Ben o zamana dek romanımı yazmaya bakarım.