Cambridge'de bir lüks restoranın barında çalışıyordum. Bir iki ay önceden rezerve edilmiş masalarda bir İngiliz ne kadar şık olabilecekse o kadar şık ya da dünyanın herhangi bir yerinden buraya eğitim endüstrisinin karnına düşmüş insanlar ne kadar afili giyinebiliyorsa o kadar afili gelip yemek yiyordu. Yemekler de kocaman tabaklarda olabilecek kadar küçük ama süslü, bir yemek için çok şık, mesela bir et parçası için mümkün olabilecek en afili biçimlerde geliyordu. Yemek yemek için değil daha çok aç kalabilmek için gelinen yerlerden biriydi. Salonun ortasında tabaklardan biraz daha büyük bir sahne vardı. Üstüne nasılsa bir piyano ve bazı günler bir de orkestra yerleşiyordu. Genellikle klasik müzik, çok çılgın günlerde de caz çalıyorlardı. Salak rezidans satış reklamlarında her zaman yazıldığı gibi 'elit' bir yerdi işte. Bir gün en romantik parçalardan birinin ortasında kapı açıldı. Başta göbeğine yaslayarak taşımaktan kurtulduğu aletiyle akordeoncu olmak üzere beş İngiliz Çingene’si içeri girdi. Masaların arasından doğrudan sahneye çıktılar. Son ikisi bu arada sırtlarından gitarlarını öne aldılar. Sahnedeki çellocuyu biraz kenara ittiler. Akordeoncu piyanonun kenarına oturdu. Çalmaya başladılar. Hava koşarak neşelendi. Herkes şaşkındı en çok da çellocu, belki de piyanist ama sırtı dönüktü, yüzünü göremiyordum. Tabaklardaki afili et sosları müziğe uyup oynamaya başladı. Georgo'du galiba unutmadıysam bizim İngiliz Yahudisi patron, koşarak sahneye çıktı, sahne de bu kadar büyük hiç göstermiyordu halbuki. Kollarından tutup onları indirmek istedi. Çok şaşırdı Çingene müzisyenler. George cebinden, –evet hatırladım George'du adı– muhtemel çellocu ve piyanistte ödediği paradan fazla çıkarıp ellerine tutuşturunca sakince çıkacaklarını düşündü ama onlar çok kızdı. Yine de bir kaç garsonla birlikte sırtlarından itilince çala çala dışarı çıktılar.
Bir fotoğrafçı arkadaş Belfast'ın IRA'lı günlerinde anlatıyordu. Çingene karavanlarının fotoğraflarını çekiyordu. Çok güzel fotoğraf sahneleri vardı. Karavanlarının kapılarının önünde portatif sandalyelerinde oturuyorlardı. Portatif masaların üzerinde çoğu boş bira kutuları ve gitarları duruyordu. Kalın sarılmış sigaralar içiyorlardı. Canabis kokusu, belki de devasa bir objektif kullandığından burnuna kadar geliyordu. Masada oturanlardan biri biraz sonra objektife doğru el salladı. Sonra hepsi birden gülmeye başladılar. Oldukça uzak olduklarından gülme sesleri pek gelmiyordu ama galiba ona gülüyorlardı. Gözünü fotoğraf makinesinden ayırdığında gördü ki başına bir silah dayanmıştı. Fotoğraf makinesini, onların gülmesini yakına taşıyan objektifi ve bütün malzemelerini alıp yürüyerek, diğer gülenlerin yanına doğru gittiler... Paragrafın başında İRA'lı günler olduğunu yazmamın nedeni de var tabii ki. IRA'yla ilişkisi olan bir etkinliğe gelmişti. Olanları IRA'ya anlatınca fotoğraf makinesi bir gün sonra geri geldi. İçinde Çingenelerin kendi çektikleri fotoğrafları vardı. Fotoğraflarda gülüyorlardı. Ellerinde kalın sigaraları vardı ve boş ve dolu bira kutuları ve gitar...
Edirne'de Kakava festivalinde, sokaklarda binlerce insan göbek atarken yazıyorum bu yazıyı. Her türlü keyfe karşı mutsuzluğun başkan olduğu bir dönemde Çingene olmak iyi bir direniş...*
*Metin Yeğin bu yazının sonunda 'Kalite-marka' şarkısını dinlemeyi önerir...