1955’te Bandung Konferansı'nda konuşan dönemin Çin Başbakanı Zhou Enlai ülkesinin dış politikasını “başka ülkelerin iç işlerine karışmama, bağımsızlığına saygı gösterme, saldırmazlık ve barış içinde bir arada yaşama” olarak nitelendirdi. 'Çin reformlarının mimarı' Deng Xiaoping de, 'Çin Kültür Devrimi'nden sonra toparlanmaya çalışan halkını düşünerek “gölgede kalma” sloganını ortaya atarak fiilen izolasyon politikasını ilan etti. Sırasıyla iktidara gelen Jiang Zemin ve Hu Zingtao “gölgeden çıkmamak” için özen gösterdi.
Dünya (ve özellikle Çin!) değiştikçe Xi Jingping ise aktif dış politikayı yürütme fırsatını yakaladı. Ve nihayet ABD’nin “global sorumluluktan” vazgeçmesini dile getiren Donald Trump’a gecikmeden cevap verdi. Ocak 2017’de Davos’ta Xi Jingping, Çin’in global sorumluluk üstlenmeye, “global yönetime aktif bir şekilde katılmaya” hazır olduğunu bildirdi.
Ekim 2017’de düzenlenen Çin Komünist Partisi XIX'uncu Kongresi'nde kürsüye çıkan yoldaş Xi, ülkesinin bundan sonra “İnsanlık için ortak kader topluluğu” kurmaya odaklanacağını açıkladı. Parantez içinde de “Bundan sonra Çin’in, üstlendiği sorumlulukların bilincinde, global yönetim sistemini kurmaya ve geliştirmeye katkıda bulunacağının” altını çizerek Çin’den korkmaya gerek olmadığını hissettirmeye çalıştı. Öte yandan Jingping diğer ülkeler, artık dünyanın paradigması Çin olduğu gerekçesiyle başka alternatif vermedi.
Ne de olsa "bütün ülkelerin proleterleri birleşin" veya "demokrasimizi herkese empoze edelim" türünden ideolojik değerlerden arındırılmış ve karşılıklı menfaatlara dayanan Çin’in politikasının şimdilik başarılı olduğunu inkar edemeyiz. Trump’ın ağzından duyduğumuz "ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi" konsepti, dünyanın hemen hemen her bölgesi ile alakalı olarak Çin’den tam 23 kere bahsetmişti. Bu Çin’in global başarısının ispatı değil mi?
Amerika’nın ilgisi Çin’in göğsünü kabartsa da ne olur ne olmaz diye Pekin, son 500 yıl zarfında “genç ve yükselen” süper güçler ile “yaşlanan” dünya devleri arasındaki ilişkilere dair tarihçilere bir araştırma yaptırdı. Sonuç iç karartıcı çıktı. Tarihçilerce ele alınan 16 vakadan 12’si katliamla sonuçlanmıştı. Neyse, çağımızda süper güçler arası nükleer savaşa ihtimal verenler azdır. Hatta "Renmin ribao" gazetesinin yazdığı gibi olası ekonomik savaş bile günümüzde her iki tarafa da o kadar büyük zarar verebilir ki ikisi de “mağlup” olabilir.
Çin’in ister jeoekonomik ister jeopolitik ana kavgası kuşkusuz ki “Yeni İpek Yolu’dur”. Onunla alakalı tonlarca kitap ve makale yazılmış, filim çevrilmiş, rapor hazırlanmıştır. Bu yüzden biz burada göze daha az çarpan ama belki de aynı önemi taşıyan Afrika ve Latin Amerika “cephelerine” göz atalım.
Taocu filozoflarca dünyayı teşkil eden elementler, unsurlar sürekli birbirine dönüşür, birbirinin yerini alır. Hatta sinologlara göre Çin mentalitesinde özne ile nesne arasındaki sınır şeffaftır. Lao zı’nin manevi öğrencilerinden birinin dediği gibi “Zhuang zı bir kere rüyasında bir kelebek olduğunu gördü. Uyandığında ise kelebek olduğunu düşlemiş Zhuang zı mı yoksa Zhuang zı olduğunu düşleyen bir kelebek mi olduğunu bilmiyordu”. Felsefi hususları bilim insanlarına bırakalım ama elli yıl sonra “Nikaragua Kanalı”nın “Yeni İpek Yolu”ndan daha önemli olamayacağını şimdiden kim söyleyebilir?
1421 yılında Zheng He’nin komutasında 300 gemilik filo Zanzibar adasına vardı. Ama girişimin devamı gelmedi. O zamanki Çin’in “bayrak göstermekten” başka derdi yoktu.
Öyleyse çağdaş Çin, açık bir şekilde boy göstermeden 2009’da ABD’yi geride bırakıp Afrika'nın bir numaralı ticaret partneri oldu. John Hopkins Üniversitesi uzmanlarına göre, 2000 yılında 10 milyar dolarlık Çin-Afrika ticareti 2014’te 220 milyar dolara ulaştı. Dünya Bankası’nın yaptığı araştırma, Afrika'nın toplam ihracatının yüzde 16’sının ve ithalatının yüzde 20’sinin Çin’e düştüğünü gösteriyor. McKinsey Global Enstitüsü’ne göre Afrika’nın toplam üretiminin yüzde 12’si Çinli yoldaşların kontrolünde.
Topraklarında dünya çapında kromun yüzde 98’ine, platinum ve kobaltın yüzde 90’ına, manganezin yüzde 64’üne, altının yüzde 50’sine, uranyumun yüzde 30’una sahip, elmas ve petrol zengini Afrika, Çin’in parasına ve ürettiği mallara muhtaç. Parayı veren düdüğü çalar. Çinli şirketler Angola’da petrol, Zimbabve’de uranyum, Kongo’da kobalt, Zambiya’da bakır çıkarıyor, Mozambik’te orman kesiyor. Malları limanlara ulaştıracak yol yapıyor, Kenya, Etiyopya, Tanzanya, Uganda, Cibuti ve Ruanda’yı birbirine bağlayacak demiryolu inşaatına başlıyor.
Tarım alanı da büyük önem taşıyan sektörlerden biri. Bizim gezegenin nüfusunun beşte birini (belki de daha fazla, ülkede “kaçak doğum” oranı müthiş!) barındıran Çin, dünyanın tarıma uygun arazilerinin sadece yüzde 7’sine sahip.
Kıtada on binlerce hektar arazi Çinliler tarafından kiralanmış veya satın alınmış. Oralarda yetiştirilen ürünler, olduğu gibi gemilerle doğrudan Şanghay, Hongkong ve Guangzhou’ya gidiyor.
Afrika’nın finansörü haline gelen Çin 2000 ila 2014 yılları arasında başta Angola, Etiyopya, Kenya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti ve Sudan olmak üzere 'Kara Afrika' ülkelerine 86 milyar dolarlık kredi sağladı.
Ama Pekin’in gözbebeği enerjiydi. Bu yüzden Çin’in ithal ettiği petrolün beşte biri artık Afrika’dan geliyor. Petrol tedarikçileri arasında Rusya birinciliği korurken 2017’de Angola, Suudi Arabistan’ı geçerek ikinciliği elde etti.
Ekonomiye odaklanan Pekin, işin jeopolitik tarafını da küçümsemedi. Özellikle ABD'nin kıtadan çekildiği, Fransa’nın Sahel Kuşağı'nın bir kısmı ile yetindiği ve İngiltere’nin Güney Afrika’da “beyaz insan” katliamından sonra, aktivitesini kısıtladığı bu dönemde. Afrika’da Amerika’nın 49 büyükelçiliğine karşın 52 büyükelçilik bulunduran Çin, BM GK beş daimi üyesi arasında en kalabalık barış gücüne sahip olanı. Cibuti’de yeni kurulan üssü dışında Darfur, Kongo DC, Mali, Güney Sudan, Fildişi Sahili ve Batı Sahra’da 2 bin 500 askeri var. Aden Boğazı'nda ise savaş gemileri sürekli nöbet tutuyor.
Bununla beraber yukarıda belirttiğimiz gibi politik alanda Çin’in en büyük avantajı, kendi değerlerini empoze ettirmemesi. Çekiciliğinin sırrı o olmalı. Yakın geçmişte hep Batılı ülkelerle muhattap olan Afrikalılar, kendi kanaatlerince Batı’dan aldıkları yardımın yanı sıra "geleneksel yaşam tarzını mahveden” değerleri de “ithal etmeye” zorlanıyordu.
Neticede Afrobarometer araştırma şirketinin 'Kara Afrika’nın 36 ülkesinde düzenlediği anket, Afrikalıların yüzde 63’ünün Çin’in siyasi ve ekonomik etkisine olumlu baktıklarını gösterdi.
*Yazının ikinci bölümü pazar günü yayınlanacak.