Bir kurumun faaliyetlerini yasaklamak elbette mümkün, ancak “sosyolojik, siyasal ve kültürel” temele sahip oluşumlar, “hukuken” yasaklanamaz. Bir Nakşibendi tekkesi kapatılınca, tekke kapatılmış olur; Nakşibendilik sona ermez! Ayrıca vakıf ya da benzeri kurumlar altında kontrol edilmeleri de bana kalırsa pek gerçekçi bir çözüm değil.
Yeryüzünde ‘laik-seküler’ olmayan bir demokratik sistem yok. Herhangi bir duraksamaya gerek olmaksızın dile getirilebilecek nadir nesnel durumlardan biri bu!
Sürekli laik-seküler ayrımına vurgu yapmak yerine, “laiklik” terimini tercih ediyorum. Çünkü, dahil olduğumuz Kıta Avrupası geleneği ile Anglosakson gelenek arasında farklılıklar varsa da, ikisinin çıktığı kapı, daha doğrusu birinin daha müdahaleci, diğerinin daha yansız yönleriyle vardığı yer, aynı: Tüm yurttaşları ilgilendiren ‘hukukun,’ referansını gökyüzünden değil, yeryüzünden alışı. Devletin inançlar arasında taraf tutmaması. Kuşkusuz devleti yönetenler muhtelif inançlara sahip olabilecekleri gibi, inançsız da olabilir. Önemli olan, inanç ya da inançsızlıklarının yalnızca kendilerini ilgilendiren bir konu oluşunun farkına varmaları, kabullenmeleri. Kamu otoritesinin ‘yansızlıktan’ ödün vermemesi.
Batı demokrasileri, din/kilise ile ilişkilerini bugünkü haline getirmek için çok çaba harcadı, savaş yaşadı, kan döktü. Dinin, devlet yönetimi dışında bırakılması, yüzlerce yıl süren bir sınıf mücadelesinin sonucu ve tabii burjuva sınıfının doğup gelişmesiyle, tarihsel ittifaklarıyla, Hıristiyanlığın/kilisenin özgül nitelikleriyle ilişkili.
Bir kitap tanıtım yazısında, ülkemizde laikliğin ‘anayasal/hukuksal’ serüveninin tamamını anlatmak ne mümkün ne gerekli. Buna mukabil özellikle kuruluş-devrimler aşamasındaki köşe taşlarını hatırlatmak yararlı olabilir:
Türkiye, egemenliğin gökyüzünden yeryüzüne indirildiğinin ilanı ilk kez 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye ile gerçekleşti. Birinci maddesinde yer alan, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi, egemenliğin kaynağının dünyevi güçler olacağının kabulüydü. 1921’de devlet dini ile ilgili bir hükme yer verilmemişti. Yedinci maddesinde yer alan, “Ahkâmı Şer’iyenin tenfizi... Büyük Millet Meclisine aittir...” hükmü tahmin edilebilecek ‘zorunlulukların’ eseriydi. 1922’de saltanat kaldırılmıştı. Hilafet, kaldırılmadan önceki bir kararla (BMM’nin 308 sayılı kararı), yalnızca ruhani bir makam dönüştürülerek halifenin parlamento tarafından seçilmesi yöntemi benimsenmişti. 29 Ekim 1923’te Anayasa’da yapılan değişikliklerden biri, ‘hükümet şeklinin’ cumhuriyet olduğunun ilanıydı ve kuşkusuz laiklik konusunda atılmış çok önemli adımlardandı. 1924’te (431 sayılı Kanun) hilafet de kaldırıldı. Kanunun birinci maddesine göre: “Halife hal’edilmiştir. Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.” Hanedan mensupları da aynı kanunla yurt dışına çıkarıldı. (1952’de yalnızca kız çocukları ve damatların, 1974’te erkeklerin ülkeye gelmesine izin verildi.) Laikleşme açısından önemli olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu (tüm eğitim kurumlarının tek çatı altında Milli Eğitim Bakanlığına bağlanması) kabulü ve Evkaf ve Şeriye Vekâleti’nin kaldırılarak başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması da aynı tarihteki temel düzenlemeler. 1924 Anayasası, yine tahmin edilebilir gerekçelerle ‘devlet dini’ne yer vermiştir. Anayasa’da 1928’de yapılan değişiklikle (tabii o ana dek ve sonrasında kabul edilen devrim kanunlarını unutmamalı!) devletin dininin “Din-i İslâm” olduğu hükmü ile cumhurbaşkanı/milletvekili yeminlerindeki “Vallahi” ifadesi kaldırılmış, 1937’deyse “laiklik” bir anayasal ilke haline getirilmiştir. Ayrıca 1937 değişikliğiyle, “kimsenin dininden, mezhebinden ve tarikatından dolayı kınanamayacağı” yönündeki düzenlemeden “tarikat” sözcüğü çıkarılmıştır.
Sonrası malum...
Tek parti iktidarının 1950’de sona ermesi; DP’nin halka sempatik görünme kaygısıyla dini duyguları kullanmaya başlaması; 1960’ların sonunda siyasal İslam’ın partileşmesi; Nakşi Mehmet Zahit Kotku destekli Necmettin Erbakan’ın başında olduğu Milli Nizam ve Milli Selamet partileri; sosyalistlere yönelik, devlet destekli ülkücü ve İslamcı saldırıları; 12 Eylül faşizminin “Atatürk’ü ağzından düşürmeyen” cuntacılarının Türkiye solunu ezerek ‘sermaye ve ABD’ teşvikiyle ‘alnı secdeye değenleri’ (yeşil kuşak) palazlandırması; holdingleşen cemaat ve tarikatlar; 28 Şubat’ın aklı evvel subaylarının “bin yıl” süreceğini zannettikleri (onlar da bütün ceberutlar gibi alık ve öngörüsüzdü!) saçmalıklarını fırsata çeviren “kapkaççı kapitalizmin” siyasal İslamcı temsilcilerinin batı sermayesinin desteğiyle iktidara gelişi; iktidarı esnasında kurduğu ve bozduğu muhtelif ittifaklar; siyasal İslam’dan demokrasi beklentisi gibi hayli fantastik hayaller kuranların hayal kırıklıkları; kandırılmalar; ‘her istediği verilenler’; 15 Temmuz darbe girişimi...
15 Temmuz ardından Gülen Cemaati’ne yönelik ‘temizleme’ siyaseti sürerken, o esnada ‘diyalektik materyalizm’ ya da ‘varoluşçuluk’ tartışmadıkları herkesin malumu olan diğer cemaat ve tarikatların devlet içinde giderek daha etkili olmaya başladıkları, kadrolaştıkları sır değil. Bu ilişkiler üzerinde yükselen ve ayakta kalan, seçmen kitlesinin hiç olmazsa bir kısmını “cemaatler” sayesinde tahkim edebilen siyasal İslamcı iktidarın devrinde, “15 Temmuz’dan ders alınmadığı” nevi eleştiriler yöneltmek, herhalde en terbiyeli ifadeyle ‘naiflik’ sözcüğüyle açıklanabilir.
Tanıtacağım kitaba gelemeden yazı bitmek üzere! Bu cümlenin ardından kitaba geçeceğimi düşünmüş olabilirsiniz ama hayır, önce iki yayından daha söz edeceğim yeri gelmişken. Biri yeni. Bu yaz Cogito’dan (Yapı Kredi Yayınları) yayınlanan ve makaleler toplamı olan “Laiklikten Sonra.” Konuyla ilgilenenlere öneririm.
Diğer yayın, çok özel bir kitap. Türkiye’de laiklik hakkında yayınlanan ilk monografi. Konu üzerine çalışanların bir kısmı da habersiz olabilir. Anayasa, kamu hukuku, tarih çalışan genç araştırmacı ve akademisyenler mutlaka kütüphanelerden bulmalı. Köklü üniversitelerde, belki Milli Kütüphane’de vardır. Ya da sahafta. Kitap, 1955’te yayınlanıyor. Yazarı, Mülkiye’nin rahmetli hocalarından Bülent Daver. Adı, “Türkiye Cumhuriyetinde Lâyiklik.” Hem bir ilk olması bakımından, hem de dönemin mantığını, yaklaşımını, diğer profesörlerin (kurucu isimler) düşüncelerini görebilmek açılarından çok önemli.
Gelelim bugünkü kitaba...
Önereceğim çalışmayı, doğrusu uzun uzadıya anlatmak gereksiz. Gazeteci İsmail Saymaz’ın yeni bir gazetecilik/arşiv çalışması. Daha önce “Kimsesizler Cumhuriyeti”ni tanıtmıştım. İki hafta önce yayınlanan (İletişim) “Şehvetiye Tarikatı” da benzer sistematikle hazırlanmış. Önceki kitapta olduğu gibi, bir kısmını okuyup, duyup bir kısmını tahmin ettiğimiz; buna mukabil derli toplu bir biçimde bir araya getirilmesi çok yararlı olan örnek olaylardan, mahkeme kararlarına konu olmuş hikâyelerden oluşuyor. Kimsesizler Cumhuriyeti’ni bitirdiğimde boğazıma bir yumru oturduğunu hissetmiştim. Şehvetiye Tarikatı ise ziyadesiyle sinir bozucu. Sinir bozukluğu zaman zaman kahkahaya da neden oluyor! İnsanın inanası gelmeyen satırlar nedeniyle.
Saymaz, merdiven altı tarikatları, şeyhleri konu etmiş. Önce çok kısaca Türkiye’de tarikat ve cemaatlerin tarihçesini anlatıyor. Tabii ahtapot gibiler, her birinin uzunlu kısalı kolları mevcut. Osmanlı’nın belli başlı tarikatları denetlemesi (tabii bir kısmı yasaklanmıştır!), 1925’te kabul edilen; şeyhliği, dervişliği, müritliği, dedeliği, halifeliği, falcılığı, büyücülüğü, üfürükçülüğü yasaklayan Tekke ve Zaviyeler Kanunu (tam adı: Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun- 677- 30.11.1925), sonrasındaki durum, söz konusu tarikatların günümüze dek yaşadıkları gelişim, yer altına inenlerin 1950’den itibaren özellikle ‘vakıflar’ çevresinde cemaatleşmesi, çalışmanın başlangıç kısmında özetleniyor. Saymaz’ın verdiği rakamlara göre, halihazırda otuz tarikata bağlı “400” kol faaliyet gösteriyor, 800’den fazla medrese ve yaklaşık “iki milyon altı yüz bin” civarında insanın bir tarikatla bağı var. Hayli ürkütücü!
Tabii hem Saymaz’ın, hem de atıf yaptığı değerli akademisyen/yazar Tayfun Atay’ın eserinde (Parti-Cemaat-Tarikat/2000’ler Türkiyesi’nin Dinbaz-Politik Seyir Defteri, 2017, İstanbul: Can Yayınları) altını çizdiği gibi, artık çoğu ticarethane olan kurumlardan söz ediyoruz. Tarikatlar ve kılık kıyafet tercihleri arasındaki farklardan hareketle, hangi tarikat ya da cemaatin, hangi ihale ağına dahil olduğunu anlamak mümkün. Her biri bir alanı parsellemiş halde. Nefesleri çok kuvvetli anlayacağınız!
“Nefes” demişken, kitabın asıl konusunun sahte şeyhler ve kayıt dışı, “merdiven altı” dinbazlar olduğu söylenmeli. Kısa bir alıntı: “...sahte şeyhlerin profilleri incelendiğinde; ilkokul mezunu oldukları, dini eğitim almadıkları, Arapça ve Kur’an’ı bilmedikleri, hatta oruç ve namaz gibi ibadetleri yerine getirmedikleri anlaşılıyor. Böyle olduğu halde kitabımızda anlatılan dört sahte şeyhin tekkesi ve birinin Kur’an kursları bulunuyordu. Yüzlerce kadın ve erkek, sahte şeyhlerin tekke ve kurslarında dini eğitim alıyordu. Müritleri ilkokul mezunlarından ve dargelirlilerden oluşuyordu.”
Kitabın sonrasında, yukarıdaki paragraf ayrıntılı bir biçimde açılıyor. O dört şeyh, müritleri, büyü, kandırma, aşağılama, cinsel istismar... Saymaz’a göre istismarcıların varlıkların uzun süre devam ettirebilmelerinin nedeni, devletin ‘gerçek şeyhlere’ tanıdığı ‘resmi’ hoşgörüden ve dokunulmazlıktan yararlanmaları. Şeyhin ‘gerçek’ olanı, ne rahatsız edici bir ifade değil mi?! Malumunuz, bu sarıklı heriflerin ‘gerçeği,’ ‘ateşe dayanıklı kefen’ satmaya ve iktidar partisine oy toplamaya çalışıyor. Hep Allah rızası için tabii!
Kitaptaki örnek olayları tek tek anlatmayacağım. Okumanızı öneririm. Cehaletin, kasabalardaki kapalı ve riyakârca muhafazakâr yaşamın neden olabileceklerinin, maddi ve cinsel istismarın boyutunun, dolandırıcılığın ‘nadide’ örnekleri. Hakikaten çok üzücü ve dehşetli umut kırıcı.
Fakat “istismar” demişken şunu da söylemeliyim: Saymaz’ın örnek verdiği bazı mahkeme/Yargıtay kararlarında ceza hükmüne muhalefet şerhi yazan üyeleri öyle kolayca haksız bulmak çok güç doğrusu. Çünkü, her ne kadar “dini duyguları sömürerek insanları tuzağa düşürmek” söz konusuysa da, özellikle bazı vakalarda kişilerin eğitim düzeyi ya da yaptıklarının akıl almazlığı, müritlerin mahkemede ısrarla hocalarını övüp şikâyetçi olmamaları, insana ister istemez “herkes halinden memnun, burada şeyh denilen herifin suçu ne?” dedirtiyor! Kitaptan yalnızca tek bir örnek paragraf aktarmak istiyorum, Bursa’daki Badeciler tarikatından:
“Zikirler devam ettikçe kişi; mürid, yani rıza gösteren, şeyhten razı olan ve onu seven manasına gelen safhaya gelir. Zikirde mürit cezbelenir. Şeyhe olan aşkı, müridi cezbeder. Cezbolan müridin badelenmesi gerekir. Aksi takdirde hasta olur. Müridler badelenmeyi rüyasında görür ve şeyhe aşkı artar. Mürid badelenmenin ne olduğunu sorduğu zaman anlatırım. Cezbelenen mürid sır odama gelir. Odanın kapısını kilitler. “Hazırım” derse elimi yalamaya ve emmeye başlar. Sonra pantolonumun fermuarını açar ve cinsel organımı ağzına alır ve emerek sertleştirir. Meniyi yutar. Buna badeleme denir. İnancımıza göre pirin cinsel organına Kelam-ı Ala, sıvıya bade denir. Badeyi içene “Mübarek olsun,” derim ve mürid odadan çıkar.”
İşte buna ibadet diyorlar!
Yüzlerce, binlerce insandan söz ediliyor; erkek, kadın, eş... Hakikaten akıl alır gibi değil. Bir arkadaşım, yaklaşık 25 yıl önce uzun dönem askerlik yaparken, “Türkiye zannettiğim ülke dahi değilmiş,” demişti. Haklıydı. Haklıymış.
İsmail Saymaz, sinir bozucu çalışmasının sonunda, Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nun değiştirilmesini öneriyor. Yasaklamanın işe yaramadığını, sözgelimi vakıflar altında bir örgütlenmelerinin gerçek bir denetimi sağlayabileceğini hatırlatıyor.
Ezcümle, bir tartışma başlatmak istiyor İsmail Saymaz. Ben konunun uzmanı değilim, haddimi aşmak istemem. Bu yüzden, yukarıda andığım Tayfun Atay’ın, geçen Pazar T 24’te yayınlanan “Tarikatları yasaklasak da mı saklasak, yasaklamasak da mı saklasak?” yazısını öneririm. Atay, Osmanlı’dan bugüne yapılanları düşünüp diyor ki, “Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik sonra dönüp baktık ki gide gide bir arpa boyu yol gitmişiz!”
Konu basit değil. Bir kurumun faaliyetlerini yasaklamak elbette mümkün, ancak “sosyolojik, siyasal ve kültürel” temele sahip oluşumlar, “hukuken” yasaklanamaz. Bir Nakşibendi tekkesi kapatılınca, tekke kapatılmış olur; Nakşibendilik sona ermez! Ayrıca vakıf ya da benzeri kurumlar altında kontrol edilmeleri de bana kalırsa pek gerçekçi bir çözüm değil. Bir ‘kamu kurumu’ olan ve ‘her bir yurttaşın vergisiyle iş gören’ Diyanet’in geldiği yer ortada! (bu arada DİB ile ilgili iyi bir kaynak eser: İştar Gözaydın’ın, Diyanet-Türkiye Cumhuriyeti’nde Dinin Tanzimi-İletişim kitabı.) Kim kimi denetleyecek? Herhalde en doğrusu, bu ‘ticarethanelerin’ öncelikle maddi kaynaklarının kurutulması, kayırılmalarının önüne geçilmesi. Cennet ile kârlı bir ihalenin aynı anda vaat edildiği insanı, zapt etmek mümkün mü?!
İsmail Saymaz’ın çalışması değerli bir arşiv.
Laiklik, bir demokrasinin yaşaması için en değerli, temel ilke. O yoksa demokrasi de yok. Bu kadar basit. Bülent Ecevit’in zamanında söylediği gibi, “Laiklik Türkiye Cumhuriyeti’nin Aşil topuğudur!”