Bayram gündeminden akıllara yerleşenler hiç iç açıcı değil. Ve uzun süre zihnimizi meşgul edeceği anlaşılan zehirli karışım: cinsiyetçilik, ırkçılık, homofobi. Cinsiyetçilik demişken önce İstanbul Sözleşmesi Danıştay duruşmasından söz edelim. Danıştay, kadın hareketinin tarihine damga vuruldu, tarih yazıldı 28 Nisan'da. Yazılan tarihi entelijansiya görmedi, idrak edemedi bile. Güzide aydınlarımızın kadın hareketini görmezden gelme alışkanlığı, açıkça cinsiyetçilikle malul oluşundan. Ülkenin düşünen, düşünür geçinen insanlarının pek çoğu İstanbul Sözleşmesi’nden habersiz zaten, sözleşme metnini okuyanı belki parmakla sayılır. O derece lakayt, düşünür geçinenler. Hadi bu arkaik ‘aydınları’ cinsiyetçilikleriyle baş başa bırakalım, köhneleştiler de zaten. Siyasete ne demeli? İktidarıyla muhalefetiyle birbirine benzemekte yarışan siyasi partilerdeki kadınlar dışında karar vericilerin nezdinde önemi anlaşılmadı hala. 28 Nisan'da 200’ü aşkın davadan dokuzu esastan görüşüldü ve bu tarihi duruşma tam bir kadın başarısına dönüştü EŞİK Platformu'nun emeğiyle. Fakat siyaset gündemine almadı duruşmayı. Bir vakitler kadın hakları ve eşitlik mücadelesine magazin muamelesi çeken siyaset şimdi sadece kadınların uğraş alanı olarak bakıyor. Sözleşme hakkında verilecek olan Danıştay kararının eril şiddetle mücadeleyle sınırlı olmayıp, Türkiye’nin geleceğine ve ülkede hukukun üstünlüğü ilkesine dair olacağını bir türlü idrak edemediler. Danıştay tarihine geçen duruşma sayesinde aydınlar ve siyasi parti karar vericileri belki görmüştür, kadınların onlara ihtiyacı olmadığını. Asıl olarak muhalefetin muhalefet etme başarısını yükseltebilmek için kadınlara ihtiyacı var ama bu kısmını anladıklarına dair ufukta bir işaret yok, sorun olan işin bu kısmı.
Gelelim ırkçı girişimlerin bayramda gündem oluşuna. Kürtçe tabela bahanesiyle yapılan ırkçı paylaşımın öğretmenler tarafından gerçekleştirilmesi ürkütücü. Bir halkın diline karşı küfür ve hakaret içeren ırkçılık, o halkın çocuklarına eğitim verenlerin mesleklerini nasıl icra ettiklerini sorgulatıyor insana. İktidarın Kürtçe karşıtlığı ve Kürt seçmenin oylarını gasp ederek seçilmişlerin yerine atanmışları yerleştiren vesayet politikası teşvik ediyor, zaten zihinlerde olan ırkçılığın bu kadar pervasız hale gelmesini. Erzurum Karayazı girişine yerleştirilen Türkçe ve Kürtçe “Hoş geldiniz… Hûn bî xer hatin” yazılı tabelanın Kürtçe kısmına hakaret eden öğretmenler hakkında adli ve idari soruşturma başlatılmış. Ama sevinmeyelim. Çok sayıda öğrencisine yönelik çocuk istismarı suçundan yargılanan öğretmenlerin de yargılama devam ederken başka illere, okullara hatta milli eğitim müdürlüklerine tayin edildiğini bilmeyen yok. Irkçı hareketin ve paylaşımın aktörlerinin de yaşayacağı bu. Nitekim savunmalarında yaklaşan tayinlerine gönderme yaptıklarına dair ifadeler var. İlk bakışta okuyanlara, duyanlara bu savunma garip gelebilir. Ancak milli eğitim usullerini bir parça bilenlerin aklında hemen puzzle parçaları yerine oturur. Öğretmenlerin istediği yere tayin olabilmeleri için bulundukları yerde istenmeyen kişi olmaları yeterlidir. Önce tayin dilekçesi verip sonra okul idaresi veya il/ilçe milli eğitim müdürlükleriyle sorun çıkaracak girişimlerde bulunan öğretmenler tam istedikleri yere kolayca tayin edilir, usul budur. Kürtçeye, Kürt halkına hakaret edenleri de yarın istedikleri yerlerde öğretmenlik yaparken görebiliriz. İktidarın Kürtçe karşıtı tutumuyla teşvik edici olduğunu düşünürsek o adli, idari soruşturmalara rağmen terfi bile alabilirler.
Göçmen karşıtlığı ile yürüyen ırkçılık da tavan yaptı bu ara. Sessiz istila etiketiyle sosyal medyada boy gösterenler “vatan elden gidiyor” benzeri hezeyanlarını saçtılar ortalığa. Göçmen karşıtı ırkçı politikalarına kimisi ekonomik krizi bahane ederken kimisi yine sözüm ona “Türkçe hassasiyeti” ile boy gösteriyor. Adı üstünde metropol olan, kozmopolit sosyal dokuya sahip olması kaçınılmaz kentlerde doğu dillerini duymaya, doğuluların giyim tarzı ve yaşam şekline tahammülsüzlük şeklinde akıl almaz iddialarla doldu sosyal medya. Özellikle iktidar göçmen karşıtı politikalar üretmeye başladıktan sonra siyasi şantaja dönüşerek muhalefeti de esir almaya çalışan seçim oy göndermeli söylemler yakın gelecekte daha bir yükselecek gibi görünüyor.
Her biri kesinlikle cinsiyetçi ve homofobik olan ırkçıların sanki kendileri hiç yapmıyormuş gibi “kadınlarımız kızlarımız” yaveleriyle göçmenlerin tacizciliğinden söz ederek cinsel şiddeti araçsallaştırması, çok yönlü tehlike barındırıyor içinde. Cinsel şiddet, eril şiddet türleri arasında mücadelesi en zor olan ve ne zaman siyasal gerilim aracı haline getirilse mücadele daha zorlaşıyor. Kabataş yalanından biliyoruz. Şimdi göçmen karşıtı ırkçı eylemlerin ana teması olarak kullanılması, cinsel şiddetle mücadeleye engel olacak nitelikte. Irkçıların kendi işledikleri cinsel şiddet suçlarından aklanmak için göçmenleri işaret ediyor olduklarını söylemek hiç abartma sayılmaz.
Ve bayramın ilk günü Taksim’de travestiler sokağına bir grup göçmen akını da akıllardan çıkacak gibi değil. Bir gün önce 1 Mayıs için girişlere izin verilmeyen, gözaltına alınanların olduğu Beyoğlu’nun arka sokaklarına göçmen akını sırasında polis süt dökmüş kedi gibi bir köşeye mi gizlenmişti? 8 Martlarda İstiklal’i kadınların gece yürüyüşünden korumak isteyen Emniyet, Valilik neredeydi? Travestiler sokağına göçmen akınını salt seks talebiyle ilişkilendirmek biraz safdillik olur. Yazınca başıma bir şey gelir mi bilmiyorum ama bu durum bana biraz Kobane eylemlerini hatırlattı. Biraz da 6-7 Eylül olaylarını düşündürdü. Evet çatışma, gasp, talan olmadı ama aynı zamanda polis de yoktu ortalıkta ve bir operasyon ihtimalini düşündürüyor. Ve tam olarak İstanbul Sözleşmesi ile ilgili konulardan birisi basiret gösterip anlayanlar için.
Demem o ki hepimiz göçmeniz amenna, ırkçılık yapılmasına karşı durmak erdemdir kesin. Bunun yanı sıra ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi gibi gizli servis operasyonları için kullanılabilecek elverişli araçlara karşı uyanık olmak lazım. İktidar olanların, iktidara gelmek isteyenlerin çok benzer şekilde bu zehirli karışımı kullanması en kötü ihtimallerden. Özellikle iktidarın sosyal uyum ve içerme yönünde hiç politika üretmediği, göçmenlerin salt kölelik düzeyinde ucuz iş gücü olarak kullanıldığını, hatta ihtiyaca binaen dış politikada şantaj unsuruna dönüştürüldüğünü unutmamak gerek. E ihtiyaç halinde iç politikada da benzeri şekilde elverişli araçlar olarak görülmeleri pekâlâ mümkün. Bu konuda dengeyi kurmak için elimizdeki tek araç hukuk ama hukuk ölçütleri kimin umurunda, hâlâ bir hukuk var mı ülkede, belli değil. Öte yandan göçmenler geri gönderilsin demek çok kolay ama gönderilenlerin başına ülkelerinde neler geleceğini de göz ardı edemeyiz. Özellikle geri göndermelerin ilkin kadınların ve çocukların yaşamını tehdit edeceğini bilmek zorundayız. İstanbul Sözleşmesi tam da bu konularda derde derman olacak özelliklere sahip ve tam da bu günlerin gündeminde hukukun iştigal alanında ama kadınlar dışında önemini fark edeni ara ki bulasın.