Cinsiyetin sayılara sığmayan çeşitliliği: Dayanışma içinde kendini var etmek
Cinsiyet, kişi doğduğunda tayin edilenden farklı olduğunda, kişinin benimsediği cinsiyete uygun bedensel ve toplumsal özellikleri edinmesi cinsiyet geçiş süreci ya da cinsiyet uyum süreci olarak adlandırılıyor. Cinsiyet değişimi değil; çünkü kişinin cinsiyetinin esasını onun bedensel özellikleri değil, özünde, ruhunda, benliğinde kendini hissettiği cinsiyetin belirlediğini biliyoruz. Yine cinsiyet değişimi değil; zira kişinin cinsiyetinin, kendi iradesi ya da başkalarının talebi ya da müdahalesiyle belirlenmediğini, değişmediğini biliyoruz.
Koray Başar*
İnsan doğumundan itibaren karşı karşıya kaldığı, ona uçsuz bucaksız gelen uyaran bombardımanıyla baş etmek için zihninde gruplar, kategoriler, sınıflar oluşturur. Gelişim sırasında bunu yaparken yalnız değildir; içinde bulunduğu toplum ona bunun için bir çerçeve sunar, dahası dayatır. Bu sınıfların, kategorilerin varlığı, tanımları, özellikleri kişiye sanki evrensel bilgiler ve herkesin doğal olarak kabul edeceği gerçekler gibi gelir. Patates sarı, limon ekşi, şimşek gürültülüdür. Bu sınıflandırmalar toplumsal özellikler, gruplar için de geçerlidir. Bu sınıflandırmalar yaşamımızı ve düşünmemizi kolaylaştırır gibi görünürler. Zaman içinde gerçeğin zihnimizde temsil edilenden farklı olduğunu görüp bunun üstesinden gelmemiz gerekebilir; zira sıklıkla yanılıyoruzdur.
Hayatın ilk birkaç yılında insanlar toplumda cinsiyet kategorileri olduğu, kendilerinin de bir cinsiyeti olduğu bilgisine erişirler. İnsan kendini bir cinsiyetten gördüğünde, o cinsiyetle ilgili zihninde şekillenen bedensel özellikler neyse, yıllar içinde bu hale bürünmeyi bekler, çaba gösterir. Örneğin, çevresinde tüm erkeklerin vücudu kıllı ise, kendini erkek olarak tarif eden, yani cinsiyet kimliği erkek olan ergen, vücudunda kıl çıkmasını bekler, çıkmadığında kaygılanır, huzursuz olur. Erkekten o kadar kıllı olması beklenmeyen bir toplumda, bunun yerine kaslı olmak temel tanımlayıcı özellik olabilir. Dahası o cinsiyetle ilişkilendirilen toplumsal özellikler neyse, o özellikleri sergilemeye, kendisine o cinsiyetten kişilere davranıldığı gibi davranılması için çaba gösterir. Ancak ne bedensel özellikler, ne de toplumsal özellikler açısından kişinin bir cinsiyetten beklentisi, o toplumdaki herkesin beklentisiyle yüzde yüz örtüşmez. Kişi bedensel, ruhsal, sosyal gelişimi içinde kendine bir cinsiyet inşa eder. Büyük çoğunluk bunun o cinsiyetten herkes için geçerli bir cinsiyet tarifi olduğunu düşünür, başkalarının cinsiyetini de kendi zihninde beliren cinsiyet ölçüsüyle değerlendirir. Ancak aynı kişinin bile bir cinsiyetten beklentisi, o cinsiyeti ifade etme, dışa vurma biçimi yaşla, ortamla, yaşam içinde değişkenlikler gösterebilir.
Birçoğumuzun yaşamımızın ilk yıllarında sandığımızın, birçok toplumda kabul gördüğünün aksine cinsiyet erkek ve kadın olmak üzere sınırları keskin iki kategoriden oluşmuyor. Dahası insan bu kategorilerden birine girse bile o toplumda o cinsiyetten beklenen tüm özellikler kümesi kendisi için geçerli olmayabilir. Oysa birçok toplumda hakim olan ikili cinsiyet düşüncesi, kişi doğduğunda üreme organlarına bakılarak tayin edilen cinsiyetin kişinin yaşam boyunca deneyimleyeceği cinsiyeti belirlediğini var sayar. Bunun doğru olmadığını, bedensel herhangi bir özelliğin kişinin cinsiyet kimliğinin belirlenmesinde gerekli veya yeterli olmadığını biliyoruz. İnsanlar bedensel özelliklerinden bağımsız gelişen cinsiyet kimlikleriyle, toplumun beklentilerle sınırlı olmayan, örtüşmesi gerekmeyen cinsiyet ifadeleriyle var oluyorlar.
Cinsiyet kimliği ve ifadesiyle ilgili bu çeşitlilik yeni bir gelişme ya da icat edilen bir durum da değil üstelik. Bu çeşitliliğin insanlığın başlangıcından beri var olduğunu artık biliyoruz. Doğduğunda tayin edilen cinsiyetle kültürel olarak ilişkilendirilenden farklı cinsiyet kimliği veya ifadesi olan kişilerin, bu örtüşmeme nedeniyle yaşadıkları zorluğa psikiyatride ‘cinsiyetinden hoşnutsuzluk’ adı veriliyor. Farklı kültürlerde, farklı şekillerde karşılanan bu deneyimi yaşayanlar günümüzde yaygın olarak kendilerini trans, transgender ya da transseksüel olarak adlandırıyor. Kendini ikili cinsiyet sistemiyle tarif etmeyen nonbinary ya da kuir kimlikler de artan hızla görünür hale geliyor. Cinsiyeti bedensel özellikleri nedeniyle kendilerine atanan cinsiyetle örtüşen çoğunluk gibi, bu kişiler de kendi cinsiyetleriyle uyumlu olduğunu düşündükleri bedensel ve toplumsal özelliklerle yaşamlarını özgürce sürdürmek istiyorlar. Yani herkesin yaptığından, herkesin doğal hakkı olarak gördüğünden fazlasını değil.
Cinsiyetle ilgili bu çeşitlilik, cinselliğin ve cinsiyetin üreme üzerinden ikilikler halinde tanımlandığı dönemde bir sorun olarak kabul edilirdi. Oysa uzun süredir cinsiyet açısından kendini tanımlama ve ifade etmeyle ilgili bu çeşitliliğin, kişinin diğer ruhsal özellikleri, davranışları, mizacı, karakteri, zekası, ahlakı, sevme ve sevilme becerisi, eğitim ve iş hayatını sürdürme kapasitesiyle ilgili olmadığını biliyoruz. Özünde, herhangi bir cinsiyet deneyiminin kişiyi akıl hastası kılmadığı artık bilimsel bir gerçek. Bu nedenle, Dünya Sağlık Örgütü'nün hastalıklarla ilgili sınıflandırmasının en güncel formunda (ICD 11, 2019) bu durum ruhsal bozukluklar dışında, farklı bir bölümde değerlendiriliyor. Amerikan Psikiyatri Birliği'nin ruhsal bozukluklarla ilgili güncel sınıflandırma sisteminde de (DSM 5, 2013), kimliğin değil, bu kimliğe sahip olmayla ilişkili olarak yaşanan zorluğun (Cinsiyetinden Hoşnutsuzluk) tanı olarak bir karşılığı var. Hala sınıflandırma sistemlerinde anılmasıysa, sağlık çalışanlarının bu kişilere hizmet verebilmesini, sağlanabilecek desteğin niteliğini arttırmaya yönelik araştırmalar yürütülebilmesini sağlamaya yönelik.
Cinsiyet, kişi doğduğunda tayin edilenden farklı olduğunda, kişinin benimsediği cinsiyete uygun bedensel ve toplumsal özellikleri edinmesi cinsiyet geçiş süreci ya da cinsiyet uyum süreci olarak adlandırılıyor. Cinsiyet değişimi değil; çünkü kişinin cinsiyetinin esasını onun bedensel özellikleri değil, özünde, ruhunda, benliğinde kendini hissettiği cinsiyetin belirlediğini biliyoruz. Yine cinsiyet değişimi değil; zira kişinin cinsiyetinin, kendi iradesi ya da başkalarının talebi ya da müdahalesiyle belirlenmediğini, değişmediğini biliyoruz.
Tarihin her döneminde, bu kişiler giyim ve görünüm, isim ve benzeri alanlarda kendilerine uygun özelliklere bürünme mücadelesi verebilmişlerse de, tıbbi destek ancak geçtiğimiz yüz yılın ortalarından itibaren mümkün oldu. Tıbbın sürece dahil olmasıyla birlikte de sağlık çalışanlarının bu alanda nasıl çalışacaklarını belirlemek üzere kılavuzlar hazırlanmaya başlandı. Hormonlar ve cerrahi uygulamalarla, kişinin talepleri doğrultusunda bedensel özellikler değiştirilebiliyor; her geçen gün daha iyi sonuçlar elde edilerek. Günün yaklaşıma uygun ve bilimsel birikimle güncellenen kılavuzlardan en yaygın kullanılanı, ‘Bakım Standartları’, Dünya Transgender Sağlığı İçin Profesyoneller Birliği (WPATH) tarafından yayımlanıyor. Bu kılavuz sağlık hizmetinin, verilen ülkenin koşullarında, en uygun haliyle sunulmasını destekliyor, ülkemizde de takip edilen ilkeleri belirliyor.
Sağlık çalışanlarının süreçteki rolü kişinin cinsiyetini tayin etmek değil. Kişinin cinsiyetiyle uyumlu özellikleri edinmesine yönelik işlemleri sağlıklı bir şekilde sürdürmesini desteklemek. Yıllardır sürdürülen çalışmalar, cinsiyet geçiş sürecinin kişilerin ruhsal, bedensel ve sosyal iyilik halini kalkındırdığını, toplumun genelinden farklı olmayacak duruma getirebildiğini, bu süreçte gecikmenin ya da aksamaların sağlığı bozucu etkileri olduğunu gösteriyor. Cinsiyet geçiş sürecine tıbbi desteğin olumlu etkileri, karar vermenin nihai olarak bireyin kendisinde olduğu, olabildiğince onun istek ve imkanlarına uyumlu, bireyselleştirilmiş bir planla yürütülen tıbbi işlemlere mümkün. Böyle bir tıbbi desteği de, her biri bu konuda eğitimli, deneyimli, farklı uzmanlık alanlarından sağlık çalışanlarının oluşturduğu ekipler, buna elverişli bir sağlık sistemi içinde sağlayabilir.
Ülkemizde, sağlık çalışanlarının eğitiminde, bırakalım cinsiyet geçiş sürecini, cinsel kimlikle ilgili en temel kavramlara dahi yeterli yer verilmiyor. Kendi alanlarında tanınmış kimi hekimlerin zaman zaman cinsel kimlikle ilgili bilimsel gerçeklerle bağdaşmayan açıklamaları en iyimser ve saf değerlendirmeyle bununla ilgili olabilir. Ancak daha kötüsü, kendi önyargılarını, değerlerini tıbbi uygulamalarına yansıtan, bunun bilimsel bir dayanağı olduğunu zanneden ya da öyle sunan hekimlerin varlığı. Bu genel tablo cinsiyetinden hoşnutsuzluğu olan kişilerin işe yaradığı bilinen tıbbi yardıma erişmelerini güçleştiriyor. Dahası kişiler ve aileleri, gerçekçi bir yönü olmayan, etkili olmayacak tedavi, şifa arayışlarında umut tacirleriyle muhatap olabiliyorlar.
Önemli bir diğer sorun cinsiyet geçiş süreciyle ilgili hizmet sunabilecek sınırlı sayıda merkez olması. Bu Dünyanın her yerinde önemli bir mesele aslında. Zira kimliklerin ve tıbbi desteğin görünürlüğü arttıkça, yardım almak için başvuru sayısında artış ve giderek daha erken yaşlarda başvuru görülüyor. Yaşamın daha erken döneminde başvurulması, aslında zorlukların en yoğun yaşandığı ergenlik döneminde kişinin ve ailesinin desteklenmesine imkan verebilir. Ancak bu gelişmeyi fırsata çevirmek, çocuk, ergen ve erişkine yönelik sağlık hizmeti veren eğitimli çalışanların sayısının da aynı hızla artmasıyla mümkün. Ayrıca geçiş süreci kapsamındaki hormonal ve cerrahi işlemler belirli bir uzmanlık ve deneyim gerektiriyor. Ancak tüm bunların üzerinde sağlık sistemiyle ilgili genel gidiş, herkes gibi bu grubu da etkiliyor. Uzun mücadelelerle sigorta kapsamına alınan birçok işlem, ancak özel sağlık hizmeti olarak temin edilebiliyor.
Geçiş süreci hiçbir zaman tıbbi işlemlerle sınırlı değil. Yasal olarak kaydedilmiş olan cinsiyetin kişinin cinsiyetiyle uyumlu hale getirilmesi gerekiyor, ki bu süreç ülkeler arasında farklılıklar gösteriyor. Birçok ülkede bu değişikliğin kişinin beyanıyla yapılabilmesi yönünde bir eğilim benimsenmişse de, ülkemizde olduğu gibi yasal işlemleri tıbbi işlemlerle ilişkilendiren düzenlemeler de yaygın. Ülkemizde cinsiyetin yasal olarak tanınması seksenli yıllarda mümkün olmuşsa da, halen geçerli olan kanun (Türk Medeni Kanunu 40'ıncı madde) üreme yeteneğini kalıcı olarak sonlandıracak cerrahi işlemleri şart koşuyor. Kişilerin kendi cinsiyetleriyle toplumsal yaşama katılabilmeleri için belirli tıbbi işlemlere zorlanması insan hakları açısından sorunlu. Bu düzenlemenin değişmesi bu nedenle elzem. Türkiye'deki yasal süreçle ilgili önemli bir sorun da kimlikteki cinsiyetin düzeltilmesinin erişilmesi güç, uzun süre, emek ve maddi güç gerektiren bu tıbbi işlemlerin sonuna bırakılmış olması. Sosyal olarak cinsiyetine uygun giyinen, görünen, hormonlarla cinsiyetine uygun fiziksel özellikleri de kazanmış kişilerin, görünümleriyle kimlikleri arasındaki örtüşmeme ciddi sorunlara neden olabiliyor. Okulda, iş yaşamında, sınav girişlerinde, banka işlemleri ve yolculuk gibi kimlik kontrolü yapılan her yerde. Bu alanlarda yaşanan güçlük de geçişle ilgili gerekli tıbbi işlemleri sürdürebilmeyi zorlaştırıyor.
Birçok toplumda, beklenenin dışında cinsiyet kimliği ve ifadesine sahip olmak, kişinin başta ailesinde, evinde olmak üzere, eğitim kurumlarında, çalışma hayatında, sokakta, yakın ve uzak çevresinde dışlanmaya, ayrımcılığa, nefrete ve şiddete maruz kalmasını beraberinde getiriyor. Maruz kalınan ya da her an maruz kalma tehdidi altında yaşanılan bu olumsuz tutumlar, kişinin ruh sağlığını olumsuz etkileyebiliyor. Ülkemiz nefret cinayeti mağduru trans sayısında yıllardır Avrupa’da ilk sırada yer alıyor. Son yıllarda, lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks ve cinsel kimliğin diğer varoluş biçimlerinden (LGBTİ+) kişilerin görünürlüğü baskılanmaya çalışılıyor. Bu yeni bir baskı değil, ancak görünürlüğün örgütlü bir şekilde artması endişelendirmiş olmalı ki eskiden olduğundan daha belirgin. Ankara ve İstanbul’da LGBTİ+ etkinliklerine getirilen hukuksuz yasaklar, sınırlamalar, içinde bulunduğumuz Onur haftasıyla birlikte, Anadolu'nun farklı şehirlerine de yayılıyor. Sadece bu tutumun bile verdiği mesaj kişilerin yanlış, ayıplı oldukları yönünde. Dahası bu tutum damgalayıcı, nefret içeren tutumları, ölüme varan sonuçları olan nefret suçlarını cesaretlendiriyor. Benzer koşulların geçerli olduğu toplumlarda, sağlık çalışanlarına düşen önemli bir görev bu ayrımcılığa yüksek sesle karşı çıkmak. Birebir sağlık hizmeti sunarken de, kişilerin bu durumdan ne ölçüde etkilendiklerini değerlendirmek, gereken desteği sunmak ve onların güçlenmesi, dayanıklılığının arttırılması için çaba sarf etmek.
Tüm bu zorlukların aşılması, kolay değilse de, mümkün. Başka birçok sorunda olduğu gibi, kişisel çözümlerin ötesinde dayanışma, bir arada hareket etme cinsiyetinden hoşnutsuzluğu olan kişileri de ailelerini de güçlendiriyor. Ülkemizde yürüttüğümüz bilimsel çalışmalarda da, başka toplumlarda yapılan araştırmalar da LGBTİ+ kişilerde zorluklara rağmen psikolojik olarak ayakta kalabilmeyi, belki eskisinden de daha güçlü, dayanıklı olarak atlatabilmeyi en çok belirleyen etken aile ve akran desteği. Ailenin çocuğunu, sevdiğini, olduğu haliyle destekler, onunla birlikte mücadele eder hale gelmesi mucizevi sonuçları olan bir gelişme; ama bu aileler için hiç kolay değil. Ruh sağlığı uzmanlarının desteğinin ötesinde, birbirinin deneyiminden faydalanmak, birbirini güçlendirmek, yalnız kalmamak ailelerde bunu çok kolaylaştırıyor. ‘Benim Çocuğum’ belgeselinde öyküsü anlatılan bu süreç, LİSTAG ile başlayarak yıllardır İstanbul, Ankara, İzmir’de sürdürülen, son aylarda Antalya’da da başlayan LGBTİ+ aile toplantılarıyla sürdürülüyor.
Kendini sorgulamaya, bilmeye, keşfetmeye başladığı andan itibaren toplum içinde yalnız ve tehdit altında hisseden bir LGBTİ+ için, kendine benzer başkalarıyla karşılaşmanın, birlikte hareket etmenin sağlayacağı güvenin, iyiliğin bir alternatifi yok. LGBTİ+ örgütlenmeler, bunun somut hale geldiği, kişilerin kendileriyle sınırlı olmayacak şekilde yaşanılan haksızlıklara direnme, hak arama ve özgürleşme mücadelesi. Aslında Onur Yürüyüşleri de bununla ilgili, bu nedenle gerekli. Toplumu tehdit eden değil, toplumda her bireyin barış içinde var olabilmesine yönelik girişimler bunlar. LGBTİ+ etkinlikleri engellemenin, görünmez kılmaya çalışmanın baskılamaya çalıştığı korkarım bu, verdiği zarar da ortada. Sağlık çalışanlarının yeri de, her zaman olduğu gibi, barıştan ve sağlıktan taraf olmak.
*Doç. Dr. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı