Hak ihlaliyle başlayan her sürecin şöyle bir sıra izlemesi beklenir: Göreve davet, soruşturma ve suçlama. Türkiye’de de işler bu şekilde gelişiyor, ama tam tersi bir doğrultuda. Nitekim 30 kadının Uşak Emniyet Müdürlüğü’nde çıplak aramaya maruz bırakıldığı açıklamasının ardından başlayan tartışma da tam olarak bu yönde ilerliyor. İlk önce iddia yetkililer tarafından kararlı bir şekilde inkar edildi ve ardından açıklama yapanlar hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Şimdiyse konuyu ısrarla takip eden HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu İçişleri Bakanı’nın hedefi haline geldi. Milletvekilini FETÖ’cü bir terörist olmakla suçlayan Bakan hukukçuları soruşturma başlatmaları için göreve davet etti. Doğrusu hukukçular bugünlerde iktidardan gelen her davete icabet gösterdiğinden bu konunun da “gereğinin” yapılması kuvvetli bir ihtimal. Çünkü terörle ilişkilendirilen bağlamlarda asıl kural tarafların yer değiştirmesi ve iddiaların tersyüz edilmesi biçiminde işliyor. Bir kez daha böyle olmaması için, yani failin masum ve mağdurun suçlu çıkarılmaması için bir sebep yok. Bugüne kadar AKP’liler 11 Eylül saldırıları sonrasında gelişen yeni güvenlik konseptinden ziyadesiyle yararlandı ve bundan sonra da yararlanmaya devam edecek.
Ama çıplak arama sadece terörle ilgili bir güvenlik uygulaması değil, esasen insan hakları bağlamında evrensel olarak sorgulanan, son derece saldırgan bir uygulama. Özellikle cezaevi, havalimanı veya sınır gibi sıkı önlemlerin alındığı mekanlarda eğer “makul şüphe ve ciddi emare” bulunuyorsa, çıplak arama her ülkede bir uygulama alanı bulabiliyor. Bazıları insanın iç çamaşırlarını bile gösteren X-Ray cihazlarından insanların beden çukurlarının incelenmesine kadar uzanan geniş bir yelpazede gerçekleştirilen çıplak aramalar, yararsız ve saldırgan bulunduğu için ağır bir şekilde eleştiriliyor. Bu eleştirinin sebeplerini anlamak için cezaevlerinde yapılan aramanın gerekçesi olarak ileri sürülen ve yaygın kabul gören uyuşturucu trafiğini engelleme gerekçesini örnek alabiliriz sanıyorum. Çıplak aramaların mahkumların uyuşturucu maddelere erişimi üzerinde ne ölçüde etkili olduğu konusunda güvenilir ampirik araştırmalar olmamakla beraber, cezaevlerinde halen hüküm süren düzene bakan biri uygulamanın yarasız olduğunu düşünmeden edemiyor. Ayrıca, hiç olmaz demiyorum ama, insan zaten bakılacağını bildiği bir yere neden bulunmasını istemediği şeyi koysun ki? Arama ve kontrol asıl olarak habersiz yapıldığı durumlarda sonuç verici olabilir, bunun dışındaki tüm uygulamalar rutin ve biçimsel bir pratik olmanın ötesine geçemezler.
Ancak biçimsel veya tekrara dayalı olan şeylerin tümden amaçsız veya boş olduğunu düşünmek de yanılgı olur. Zira pratik açıdan içeriksiz veya yararsız gibi gözüken bazı uygulamalar, özel mekanlarda belli kurallara bağlı kalınarak icra edildiklerinde son derece önemli bir simgesel işlev yerine getirirler. Simgesel işleviyle öne çıkan, kurumu içine aldığı kişileri kendi kurallarına uygun bir hayat sürdürmeye hazırlayan bu türden rutinlere merasim adını veriyoruz. Cezaevine giren herkesin o mekanda kişiye özel bir şeyin kalmayacağını ve yönetimin bir mahkum üzerinde uygulayabileceği gücün hiçbir sınırının olmadığını anlaması beklenir. “Uyumlu” bir hapis hayatının nasıl bir şey olduğunu çoğu mahkum bu beklentinin kendine simgesel araçlarla iletilmesini mümkün kılan çıplak arama anında kavrar. Bu merasimin sonraki tekrarları da yine aynı şekilde otoritenin kendini hatırlatması ve bireyin disiplin altına alınması amacına hizmet eder. Temel amacı insana boyun eğdirmek ve onu itaatkâr kılmak olan bu modern aşağılama merasiminin tezgahından birkaç kere geçmemiş mahkum yok gibidir. Bunun ilkel olduğunun düşünülmemesi için “modern” olduğunu özellikle vurguluyorum. Bilindiği üzere mahremiyet duygusu ve beden bütünlüğünün dokunulmazlığı modern insanın benlik algısının ve onur kavrayışının esasını oluşturur. Çıplak arama da bu anlayışa karşı modern devletler tarafından geliştirilmiş pervasız bir iktidar uygulamasıdır.
Böylesi bir pervasızlığın yakın zamanlardaki bir örneğini, uzun yıllar cezaevinde tutulan ve denetimli serbestlikle salınmak üzere açık cezaevine gönderilen yazar Aslıhan Gençay’ın başına gelenler sırasında görmüştük. Gençay, “misafir” edilmek üzere gönderildiği cezaevinde bu “hoşgeldin merasimi”yle karşılaşınca itiraz etmiş, direnmiş ve bunun üzerine hücre cezasına çarptırılmıştı. Zaten birkaç ay sonra serbest bırakılsın diye açık cezaevine gönderilmiş bir mahkumun çıplak aramaya maruz bırakılmasının gerekçesi güvenlik olabilir mi? Cezaevi yetkilileri çıplak aramanın herkese uygulanan bir rutin olduğunu ve bu yüzden yapıldığını, Gençay’ın memurların görevini yapmasına engel olduğunu belirtmişti. Elbette uygulanan şey bir rutin; ama her siyasi, idari veya hukuki rutin gibi belli bir amaca sahip ve toplumsal bir iletişim sürecine simgesel bir mesajla dahil olmanın bir biçimini temsil ediyor. Güven ve huzur söylemi ardında gizlenmiş onur kırıcı iktidar pratiklerinin ne kadar yaygın olduğunun farkına, bu iletişim mekanizmasının aksadığı, yani böylesi bir aşağılanmaya maruz bırakılanların her şeyi göze alarak direndiği veya yapılanları ifşa ettiği durumlarda varıyoruz.
Bu şiddete maruz kaldığı halde korkudan ya da başka bir sebepten ötürü susmuş olanlar konuşmaya başladığında iktidarın ilk tepkisinin inkar ve ceza tehdidi olmasına şaşmamak gerekir. Çünkü iktidar nazarında suskunluk ortada sorun olmadığının, huzur ve güvenin hüküm sürdüğünün en önemli kanıtını oluşturur. Suskunluğu bozanların iftiracı veya yalancı olarak suçlanması biraz da bundandır. Konuşanlar artık ülkenin dikensiz gül bahçesi olarak sunulmasını imkansız hale getireceklerinden, tekrar susturulmaları gerekir. İlk dönemlerde Türkiye’de işkence olduğunu söyleyenlere de benzer bir muamele yapılır, hak savunucularının iftiracı ve yalancı olduğu ileri sürülürdü. İşkence ya tümüyle inkar edilir ya da münferit olay denir, geçiştirilirdi. Şimdi iktidar bileşenlerinin “iftira” veya “yalan” diye savunmaya geçmesi bir açıdan o dönemki tepkileri andırıyor. Başörtüsünü açmaya zorlandı diye tanıtılan, böylesi onur kırıcı muamelelere karşı olmayı siyasi sermayesi haline getirmiş AKP’li milletvekilleri isyan içinde haykırıyor: “Türkiye’de çıplak arama yok!” Kendinden o kadar eminler ki insan kendi çıkardıkları yasal düzenlemelerden bile habersiz olmalarına tebessüm etmekten kendini alamıyor. Ama biz şimdilik böylesi bir bilgisizliğin, eğer kötü niyet veya yalandan kaynaklanmıyorsa, bir güç zehirlenmesinden kaynaklandığını, açıkçası bir “iktidar cehaleti” olduğunu belirtmekle yetinelim.
Hak savunucularının en önemli misyonlarından biri bu cehalete prim vermemek, iktidarın demagoji ve saldırılarıyla mücadele etmektir dense yeridir. Hak savunucusu herkesin sustuğu, kimsenin konuşmaya mecalinin kalmadığı bir ortamda konuşmaya devam eden insan olarak da tanımlanabilir. Kendisine her şey müstahak görüldüğü için konuşsa da artık sesi duyulmaz olmuş insanların sesinin duyulması için çabalamak modern insan hakları savunucusunun ayırt edici yanını oluşturur. Böyle yaklaştığınızda hak mücadelelerinin tarihi içinde farklı bir yeri olduğunu rahatlıkla görürüz. Örneğin bir sendikalı işçi veya bir memur bir çeşit hak mücadelesine girmiş ve kendi sınıf çıkarları için harekete geçmiş biridir. Ancak onun mücadelesi son tahlilde genel bir insanlık idealine bağlansa bile, ilk önceliği kendi özlük hakları veya sınıf çıkarıdır. Oysa insan hakları savunucusu ilk aşamada ve esas olarak bir başkasının yararına harekete geçmiş bir insandır. Yani başkalarının derdiyle dertlenmek, tüm insanlarla hemdert olabilme becerisi onun esas “kimliğini” oluşturur. Öz çıkar ve kendini koruma güdüsüyle tanımlı bireylerden oluşmuş modern toplumlarda böylesi insanların ortaya çıkması mucize kabilinden bir olay olarak görülmelidir. “Terörist” olarak suçlansa da, “ajan” olarak yargılansa da, sayıları az olsa da Türkiye’de de bu türden insanların olması çok umut verici. Bence iyi ki varlar ve hep var olsunlar.