Bir an için kentteki bütün yapıların dış cephelerin soyulduğunu ya da buharlaştığını hayal edin, geriye ne kalır? Göreceğiniz, betonarme çerçevelerle sınırlanmış ve üst üste yığılmış kutular olacaktır. Hepsi birbirlerinin aynı. Çalıştığınız plazadaki ofisiniz, lüks bir rezidansın bilmem kaçıncı katındaki daireniz, kentsel dönüşümle yenilenmiş apartmanınız ya da TOKİ’nin o pek beğenilmeyen konutları aslında sadece beton kutular yığınından ibaret.
Mimarlar, mesleklerini söylediklerinde hemen arkasından nahif bir soru gelir, “İç mi, dış mı?” İnsanı çaresiz bırakan bir sorudur. Bir yapının içiyle, dışıyla, biçimiyle, taşıyıcısıyla, mekan organizasyonuyla (dikkat plan demiyorum), mekan kalitesi ve yaşam ortamı ile bir bütün olduğunu ayaküstü nasıl anlatırsın ki? En doğrusu, soruyu “dış” diyerek geçiştirmek. Soru, bilgisizlikten kaynaklanıyor gibi görünse de, soranlar aslında o kadar da haksız değiller. Çünkü soru(n) ülkemizde, inşaat sektöründe gayet pragmatik şekilde karşılık buluyor.
Kentin her yerinden fışkıran cicili bicili gökdelenlere bakalım. Tabii ki hepsinin arkasında bir tasarım edimi var. Fakat mimari bir değer yaratmaktan önce tasarımlarının asıl motivasyonu kendilerini diğer gökdelenler arasından daha görünür kılmak, farklılaşmak. Bu, tek tasarım girdisi olabilir mi? Zaten bu yüzden ortaya abuk sabuk biçimler çıkıyor, kent bunlarla tıkış tıkış doluyor.
Ayrıca bu ölçekte büyük inşaat faaliyetlerinde, asıl inşaat firması yapım sürecini parçalara ayırır, alt taşeronlara verir. Esnek birikim modelinin inşaat sektöründeki karşılığıdır, bu. Hafriyatı bir hafriyat firması, milli malzememiz betonarme strüktürü bir inşaat ve beton firması, elektrik, havalandırma, su tesisatını farklı farklı firmalar yapar. Aynı şekilde cephe de bir cephe firmasına verilir. Firmanın kataloğundaki cephe çeşitlerinin malzemesinin boyutları, teknik özellikleri, uygulama detayları dış görünüşü belirler. Çoğu büyük inşaat şirketinin kendi içinde, daha ucuza geldiği için bir mimarlık departmanı bulunur. Departman, yukarıda sıraladıklarımın organizasyonundan, kontrolünden ve uygulamasından sorumludur ve yaptıkları işin bunun ötesine geçmesi çok nadirdir.
Büyük hacimli işleri bırakalım, tek bina ölçeğindeki kentsel dönüşüm projelerinin nasıl üretildiğine bakalım. Yapının taban alanı imar değişiklikleri ile küçülürken, kat sayısı 7’den 12’ye çıkarılır. Aradaki beş kat fark müteahhidindir. Mal sahipleri ise evlerinin metrekareleri küçülmüş de olsa 50-60 yıllık eski konutlarını böylelikle yenilemiş olurlar. Emlak piyasasında kullanımdan çok oda sayısına bakıldığından, küçülmüş evler yine 3+1 şeklinde planlanır (bu sefer mekan organizasyonu demiyorum). Ortaya zar zor sığılan salonlar ve daracık odalar çıkar. Metrekare ve oda sayısı baskısı planları tek tipleştirir. Bu noktada müteahhit cephe ile oynayarak rakiplerinden farklılaşmak, yapısının piyasa değerini yükseltmek zorunda kalır.
Ya da Tarlabaşı örneğinde olduğu gibi sözde bölgenin tarihi dokusunu koruyan yenilemeleri düşünün. Dar ve derin parsellerin olduğu gibi korunmasının rant getirisi olmayacağından, güya mevcut cepheler korunur, orasıyla burasıyla biraz oynanır, arkası tümden yıkılır ve bu boşluğa tek bir metrekaresi israf edilmeden modern konutlar, oteller, AVM’ler yerleştirilir.
Evet, kentlerimizi her metrekaresini sonuna kadar kullanarak üretiyoruz. Mimarın bu anlayış içinde belirleyici bir aktör olma şansı yok. Üst üste binmiş, sıkışık kentlerde yaşıyoruz. Kentin caddelerinde, sokaklarında, meydanlarında dolanırken, aslında bir imajlar yarışı içindeyiz. Gözü yoran, zihni felce uğratan bir görüntü kirliliği çevremizi sarmış durumda. Her şey bir dekordan ibaret. Tıpkı kovboy filmlerinde, kasabanın ana caddesindeki yapıların sadece cephelerinin inşa edilerek, arkalarının boş bırakılması gibi. Tabii kovboy filmlerinden farklı olarak kentlerdeki dekorun arkası boş değil. Yaşamlarımız bu dekorların arkasında geçiyor.
Bir an için kentteki bütün yapıların dış cephelerin soyulduğunu ya da buharlaştığını hayal edin, geriye ne kalır?
Göreceğiniz, betonarme çerçevelerle sınırlanmış ve üst üste yığılmış kutular olacaktır. Hepsi birbirlerinin aynı. Çalıştığınız plazadaki ofisiniz, lüks bir rezidansın bilmem kaçıncı katındaki daireniz, kentsel dönüşümle yenilenmiş apartmanınız ya da TOKİ’nin o pek beğenilmeyen konutları aslında sadece beton kutular yığınından ibaret. Aralarında hiç fark yok. Şık ofis mobilyaları, parlak döşeme kaplama malzemeleri, tavanın kenarından dönen kartonpiyer, gösterişli misafir odası takımı, tavandan sarkan koca avize ve diğer tüm ıvır zıvır eşyalar yığını bu gerçeği değiştiremezler.
Hadi bakış açımızı değiştirelim, beton kutulara bir de yukarıdan bakalım. Görüntü daha da iç karartıcı. Salonlar, sıra sıra ruhsuzca dizilmiş odalar, dar koridorlar ile kobay farelerinin deney labirentlerine benzer yerlerde yaşıyor, bir ileri bir geri gidip duruyoruz.
İşte hayatlarımızın gerçek yüzü; kendi yarattığımız beton ve çelik karışımı yapay ortamların mahkumlarıyız.
ZİHNİN SINIRLARI
Ludwig Wittgenstein ünlü “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” sözüne referansla ben de “mekanın sınırları, zihnimin sınırlarıdır” önermesinde bulunacağım..
Wittgenstein, bizi diğer hayvanlardan ayıran dil üzerine düşünürken, zihindeki bölük pörçük, bulutsu imgelerin dilin sembollerine dönüşmediği sürece düşünmüş sayılmayacağımızı, daha doğrusu düşüncemizin sınırlarını kelime dağarcığımızın belirlediğini söylemek istiyordu. Basit bir istatistik, Türkiye’de bir lise öğrencisi gündelik hayatta en fazla 400 kelime kullanırken, Fransa’da bu sayı bin 600 kelime. Yani oradaki bir gencin dünyaya bakışı, onu anlamlandırması bizdekinden dört kat fazla.
Ben de benzer şekilde “mekanın sınırları zihnimin sınırlarıdır” derken, beton kutulara hapsolmuş ve aslında hayat boyu sadece tek bir iş yapmaya yönlendirilmiş zihinlerimizin ne kadar köreldiğini söylemeye çalışıyorum.
Oysa zihnimiz 200 bin yıl önce doğa içinde, sonsuz bir boşlukta, gece yıldızların parlak ışıkları altında evrimleşti ve Homo-Sapiens olarak diğer türlerden ayrıştı. Bu, 200 bin yıl önceki atalarımızla aramızda biyolojik ve zihinsel olarak hiç fark olmadığı anlamına geliyor. Avlanmak için keskin bir hacim ve derinlik, yine aynı şekilde toprağa gömdükleri yiyecekleri tekrar bulmak için güçlü bir mekan ve yön yetisine sahiplerdi. Fakat kültürel evrim, biyolojik evrimden daha hızlı gelişti. Bugün kendi yarattığımız dünyaya adapte olmakla uğraşıyoruz.
Eğer kente sadece rant odaklı bakılır, her metrekaresi hesapsızca doldurulur, yapılar üst üste yığılırsa hacim, derinlik, mekan, yön duygumuzu kaybederiz. Bunu mimari proje derslerinde, kendi öğrencilerimden çok iyi biliyorum. Bir tasarım konusu verdiğimde sordukları ilk soru “Kaç katlı olacak?” Kimsede hacim ve derinlik kavrayışı yok. Onlar için hacim, en fazla üniversite sınavına hazırlanırken geometri dersinde çözdükleri bir soru. Kutunun dışından daha fazlası düşünülemiyor. Düşünceler, beton kutulara çarpıp dağılıyor. Bu, aslında hepimiz için geçerli.
TOTALİTER MEKANLAR
Tepemizde, dört bir yanımızda beton yüzeyler olmasına o kadar alıştık ki, bu durumun yaşamlarımız üstünde kurduğu totaliter yönünü göremiyoruz. Hepimiz benzer yerlerde yaşıyoruz, benzer yerlerde çalışıyoruz, benzer yerlerden alışveriş yapıyoruz ve zihinlerimiz yine benzer biçimde şekilleniyor. Yaşadığımız yerler geometrik olarak değilse de zihinsel olarak iki boyutlu.
Lütfen bu sözlerimle doğaya geri dönelim güzellemesi yaptığımı sanmayın. Ama yarattığımız kent kültüründe, yaşam alanlarında doluluklara boşluklara, hacimlere, derinliklere, yön duygusuna, mekanı bilişsel olarak kavrayacak kurgulara ihtiyacımız var.
Kendimden bir örnek: İstanbul’da, Asya Yakası’nda, minibüs yolunda, hangi durakta ineceğimi bir türlü bilemiyor, her defasında şoföre soruyorum. Her yer aynı. Dar, uzun yolun mekansal sürekliliğinde yön duygumu kaybediyorum.. Ya da yazarı olduğum gazeteyi ziyarete gittiğimde, her defasında yönümü bulmakta zorlanıyorum. Bir yandan yüksek gökdelenler beni ezecekmiş gibi hissediyorum, oradan buradan gelen ve akış yönünü tam anlayamadığım trafik kafamı karıştırıyor, kayboluyorum. Bütün bu karmaşa düşüncelerimi kastre ediyor, farkındayım.
Hayal kelimesinin sözlük karşılığı “aslı olmadığı halde zihinde kurulan şey, düş.” Beton bir kutuya hapsolmuş bir zihin neyi, ne kadar hayal edebilir? Yine sözlükte tahayyül etmek kelimesinin karşılığı ise “daha önce duyu organları ile idrak edilmiş bir şeyi, o şey karşımızda mevcut olmadığı bir an veya mekânda zihinde şekillendirme.” Duyu organlarımız sadece beton kutuları idrak ederken neyi tahayyül edecek ve daha önemlisi tahayyül ettiklerimizi fark yaratacak şekilde yeniden nasıl şekillendirebileceğiz?
Aslında mimarlık kenti ve yaşam alanlarımızı şekillendirirken bunun çözümlerini üretebilir. Ama kendi yaşadığım eve ve penceremden kente baktığımda, yazının en başında tarif ettiğim mimarlığın karşılığını göremiyorum. Tek görebildiğim bakış alanımı sınırlayan yüksek duvarlar ve eğer gece ise kutuların içinde hareket eden insanların gölgeleri.
Not: Hacim, derinlik, mekan kurgusu derken neyi kastettiğimin daha iyi anlaşılması için ev sahibinin izni ile gezme şansı bulduğum (fotoğraf çekmemi istemedi) bir konutun maketini buraya koyuyorum. Yapı, MVRDV mimarlık grubunun tasarımı. Amsterdam eski liman bölgesinde, Borneo Sporenburg Yarımada’sında bulunuyor.