2008 krizinde komaya giren neoliberalizmi hasta yatağından kaldıracak tedbirler, hastalığın tedavisinden çok hastayı agresifleştirdi. Yaralı hayvanın daha tehlikeli oluşu gibi dünya halkları bu ekonomik sistemin saldırısı karşısında büyük bir risk altında. Küresel ölçekte yaşanan insani dramlar, savaşlar, soykırım girişimleri ayakta kalmak isteyen neoliberal sermayenin saldırganlığıyla ilişkili. Demokrasi çağının sonuna geldiğimizi düşündüren otoriterleşme eğiliminin artması da. Hatta bizim gibi layıkıyla demokratikleşememiş ülkenin otoriterlikten totalitarizme geçiş aşamasındaki evecenliği de küresel ekonomik sistemin giderek vahşileşmesinin sonuçlarıyla bağlantılı olmalı. Gelir adaletsizliğinin kamçıladığı biriktirme hırsıyla sermaye sahiplerinin insanlıktan çıkışı, ülke yönetimlerinin de insan haklarına dayalı hukuk sisteminden çıkışını zorunlu kılıyor.
Neoliberalizmi günah keçisi edinme kolaycılığı şeklinde eleştirilebilecek bu yaklaşımın kelebek etkisi felsefesiyle ilişkisi var elbet. Üstelik eski çağlarda olduğu gibi dünyanın bir köşesinde son derece insani medeniyetler yaşanırken diğer bir köşesinde zulmün karanlığı kendi içinde kapalı kalamıyor artık. İletişim çağında haberlerin yayılışı ve bilgiye erişimin kolaylığı, bir bakıma halkların ortak direnişini kolaylaştırırken tıpkı Roma Yollarının Sezar’a sunduğu kolaylaştırıcı rolünü hatırlatıyor. Devletler, bilgiye çok hızlı erişerek manipülatör aktörler halini alıp halkları etkisiz kılabiliyor kolayca. En azından bizde durum böyle. İnsanı değil sermayenin çıkarını önceleyen yönetim sisteminde bir kaçak maden işletmecisi, yaralanan Afgan işçisini öldürüp, yakarak yok etmeyi seçebiliyor. Sırf kaçak madenin tespit edilmesini önlemek için vahşet planı kurabiliyor. İşini, aşını, ekmeğini kaybetmek istemeyen diğer çalışanlar da bu suça ortak olabiliyor. Yabancı işçileri modern kölelik statüsünde çalıştırmayı mümkün kılan siyasi, hukuki ve ekonomik sistemin bu suça zemin hazırladığı görmezden gelinemez.
Küresel diplomasi oyunları da farklı değil. Çin’in Uygur toplama kampları, vahşi asimilasyon politikası, Türkiye dahil diğer İslam ülkelerinin ekonomik çıkar uğruna sessiz kaldığı insanlık suçlarından. AB ülkeleri ve ABD gibi diğer gelişmiş ekonomiler ise Çin ile ekonomik rekabetleri ölçeğinde görüyor Uygurlara yönelik Çin zulmünü. Myanmar yönetiminin Budist olmayanlara ve özellikle Müslüman kitleye yaptıkları mülksüzleştirme, göçe zorlama ve katliam ise artık hiç konuşulmaz oldu. Hindistan açık yasal ve idari düzenlemelerle Müslüman Hintlilerin yaşam alanlarını, haklarını alabildiğine daraltırken modern dünya gık demedi. Müslüman ülkeler yükselen ekonomisiyle meşgul ve ortaklaşarak bu yükselişten kapacakları payın hesabında, iş birliği peşinde. Afganistan deseniz dünya seyrederken Amerika, Taliban’a teslim etti ülkeyi. Taliban’ın kurduğu gender apartheid rejimi de bir insanlık suçu olduğu halde öylece seyrediliyor. Veya İran molla rejimi ile mücadele etme görüntüsü altında uygulanan ekonomik ambargoların kaçınılmaz sonucu olarak bütün bir İran halkı, küresel güçler tarafından bu sisteme rehin bırakılmış oldu. Yetmiş beş yıldır işgal altındaki Filistin topraklarında mücadele ile bir devlet kuruldu ve pek çok ülke tanıdı ama bu da bir göz boyama olarak kaldı. Toprağı ve sınırları olmayan bir devlet, İsrail’in keyfine terk edilmiş bir halk. Gazze şeridi 16 yıldır açık hava hapishanesi haline gelmişken gözünü yuman ülkeler, şimdi de soykırıma sessiz. 11 binden fazla insan öldürdü İsrail 7 Ekim'den bu yana. Ölenlerin 4 binden fazlası çocuk, 3 binden fazlası kadın ve buna soykırım diyemeyen dünya güçleri. Diğer yandan Müslüman ülkelerin IŞİD’i, vaktiyle El-Kaide’yi ve şimdi Taliban’ı durdurmakta isteksizlik göstermesi hatta kimilerinin desteklemesi gibi Hamas ile imtihanda da çakması. Filistin halkının haklı mücadelesini kirleten iç çatışmalar ve milli mücadele örgütlenmesi yerine terör eylemleriyle istiklal arama zaafı… Tüm bunlar İslamofobi’yi besleyip dünya genelinde Müslümanların zulme uğramasını ve İsrail’in Filistin soykırımını görünmez kılmayı kolaylaştırıyor. Müslüman ülkelerin kendi halklarına demokratik, hukuk devletinin özgür ve eşit yurttaşlık fırsatını sunmayışı da bu uluslararası krizlerde çaresiz, yetersiz, politikasız kalmalarına sebep oluyor, bu da gerçeğin bir diğer yüzü. Türkiye gibi pek çok ülkede halklar yerli-milli söylemlerle uyutulup, dini değerler diyerek dünya halklarından ayrıştırılırken devletler arası iş birliği oyununun baş rolünde neoliberalizm var elbette. Çünkü paranın dini yok devletlerin de yok. Devletlerin din politikası sadece halklarını avutma, oyalama taktiğinden ibaret.
İnsanlıktan çıkışın bu derece yaygınlaşması dünya için değilse de neoliberal ekonomik sistem için kıyamet yaklaştı düşüncesini pekiştiriyor. Ancak alternatif yeni ekonomi-politik modeller konuşulurken ihtimallerden birisi hayli distopik: Şirketlerin devletleşmesi, kurulacak tekel ile sermayenin devasa bir imparatorluk haline dönüşüp tüm dünyaya hükmetmesi. Yüzlerce yıl öncesinin ekonomi-politiği, siyasi çıkarları için ekonominin devlet yöneticileri için kullanılan bir aparat konumunda olmasıydı. Sanayileşme çağında bu değişti. Artık devletlerin siyasi politikaları ekonomik çıkarlara göre belirlenir oldu. Savaştan soykırıma, insan haklarından gelir adaletine kadar demokratik düzen dahil her politika artık devletlerin ekonomik ihtiyaçlarına göre şekilleniyor. Artık iç ve dış politika ekonominin aparatına dönüşmüştü. Ancak sermayenin politikacılarla iş birliği yapma, lobicilikle onları ikna etme süreçlerinin sonuna gelmiş olabiliriz bu distopyaya göre. Şirketler politikacıları aradan çıkarıp yönetimi kendi ellerine almak isteyebilir. Nitekim bizimki devleti şirket gibi yönetiyor ya başka ülkelerde özellikle Müslüman olduklarını iddia eden ülkelerde böyle öteden beri. Soya bağlı hanedanların yerine ekonomik çıkar örüntüleriyle şekillenmiş hanedanlar dönemine doğru ilerleniyor olabilir, demokrasi çağının sonuna geldiğimiz bu günlerde. Halkların, düşünürlerin, akademinin, soykırım karşıtı İsrail aleyhtarı olmasına rağmen devletlerin kılı kıpırdamazken bu distopya her zamankinden daha mümkün görülebilir elbette.
Fakat bir de iyi ihtimal var. Bir ütopya denilebilir ama gerçekleştirilmesi hiç zor görünmeyen ve tersine, insanlığın ihtiyaç duyduğu insanca yaşamı mümkün kılacak politikalar üretiliyor dünyada. Yeşil-mor ekonomi politikası ile, feminist dış politika hedefleri sadece kadın erkek eşitliği için değil tüm dünya halklarının yer kürenin nimetlerini eşit bölüşmesini mümkün kılacak, yer küre gibi uzay boşluğunun da temiz kullanılmasına yönelik politikalar geliştiriliyor yıllardır. Örneğin savaşlarda ateşkes dönemleri yaşanabiliyorsa, belli şartlarda savaşan tarafların hepsinin çıkarına uygun düşüyorsa savaşa ara verilebiliyor. Veya yenişememe halinde anlaşmalara kapı açılıyorsa savaşsız bir dünya neden mümkün olmasın. Ateşkese gerek kalmadan savaş başlamadan önce bu anlaşmalar yapılabilir. Savaşı ve yıkımı önleyecek, kalıcı barış düzeni kurmak mümkün olabilir. BM güvenlik konseyinin beş daimi üyesi birbirleriyle sıcak çatışmaya girmemenin yolunu bulduysa bu yöntemin dünya geneli için geçerli kılınması da hayal olmayabilir.
Ekonomik sistemin savaşsız bir dünya düzeni inşası için büyük önem taşıdığına kuşku yok. Doğa haklarını gözeten bir ekonomik model, yaşamakta olduğumuz iklim krizinin bize dayattığı zorunlu istikamet yeşil ekonomi aslında. Yeşil ekonominin uygulanabilmesi için doğal kaynakları vahşice tüketmek yerine dünyanın insan kaynağına yatırım yapması gerekir. İnsana yapılan yatırım öncelendiğinde ekonominin lokomotifi bakım sektörü olacaktır. Bakım sektörü sağlık, eğitim, tarım, hayvancılık gibi gıda üretimini, çocuk, hasta, yaşlı, engelli bakımını içeriyor. Yeşil-mor ekonomi, dünyayı yaşanabilir bir yere dönüştürmenin yolu olarak görülmesi gereken bir feminist kuram. Feminist dış politika ile birleştiğinde bütün insanlar için eşit özgür yaşam alanları açma potansiyeline sahip. Gazze’de İsrail’in hastane bombalamasına karşı da Hamas’ın bağımsızlık savaşını terör gerekçesi olarak kullanmasını da önlemenin yolu böylesi insani politikaların geliştirilmesine bağlı. Ayrıca tabii ki cinsiyet eşitliğini her alanda sağlamanın yolu da bakım ekonomisini tüm ekonomik sistemin merkezine yerleştirmekle doğrudan ilişkili. Kadın emeğinin yoğun olduğu iş kolları merkeze yerleştiğinde karar vericilik gibi diğer alanlarda da eşit katılım mümkün olacaktır.
Dünyanın sürüklendiği karanlık giderek yoğunlaşırken yeni ekonomik ve siyasi sistemler arayışı kaçınılmaz. Neoliberalizmin sonu gelmiş gibi görünüyor ama kapitalizmin neoliberalizme dönüşmesi gibi neoliberalizm de şirketlerin devletleşmesi ve tüm insanların köleleşmesi gibi distopik evrimin yolunu açabilir. Ancak insani gelişmeden umudu kesmediğimiz takdirde feminist kuramlarla daha yaşanabilir bir dünya şekillendirme gücüne de sahibiz. Hangisinin gerçekleşeceğini kestirmek zor olsa da içine yuvarlandığımız çirkef çukuru gibi bir dünya düzeninde uzun süre yaşamak olası değil.