'Çirkin Kral'a övgü ve hayal kırıklığı

Bir yönetmenin kahramanı olarak gördüğü bir sanatçıyla ilgili hikaye anlatması kolay iş değil. Hele bunu belli bir temaya ya da konuya odaklanmak yerine bütün bir hayatı içermeye çalışarak yapmaya çalışmak daha da büyük cesaret işi. Dolayısıyla, tüketici olamayacağı bir konu başlığını baştan seçtiğinin farkında olmak zorunda olan belgesel, yine de önemli bir katkı niteliğinde. Fakat belgeselin en problemli yönü Yılmaz Güney’in hikayesini anlatmada dürüst bir tariflemeyle yetiniyor gibi yaparken, Güney’in hayatının dönüm noktalarında belirleyici olmuş, ataerkilliğe ve şiddet kültürüne çeşitli vesilelerle özürleme mahiyetindeki anekdotlara yer vermesinde ortaya çıkıyor.

Abone ol

Sarp Balcı

DUVAR - Ağustos ayının 23’ünde, Berlin’de 8. Kürt Filmleri Festivali’nin açılışı Babylon Sineması'nda yapıldı. Açılış için seçilen “Die Legende vom Hässlichen König-Çirkin Kral Efsanesi” isimli belgesel daha önce Toronto’da ve Nisan ayında hem 37. İstanbul Film Festivali'nde hem de 29. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde gösterilmişti. Belgeselin yönetmeni ve senaristi Hüseyin Tabak’ın katılımıyla gerçekleşen gösterim, dolu bir salona yapıldı. Daha önce yönetmenin Cumhuriyet gazetesinden Emrah Kolukısa’ya verdiği röportajda belgeselin 2018 yılı içerisinde vizyona gireceği belirtiliyordu.

Kullandığı belgeler ve arşiv malzemesiyle uzun bir hazırlığın ürünü ve görüşülen kişiler düşünüldüğünde etkileyici bir arka plan çalışmasına dayalı olduğu anlaşılan belgesel, ‘Yılmaz Güney kimdir?’ sorusunun peşine düşen bir yönetmenin hikayesi olarak karşımıza çıkıyor. Hikayenin anlatımının her belirgin aşamasında bu sorgulamanın ve hikayeleştirmenin yönetmeninin kişisel serüveninin parçası olduğunu hatırlatan yönüne şahitlik ediyoruz. Tabak tarafından belgeselin adı için seçilen ifade, bir yönüyle Güney’i Türkiye sinemasının izleyicilerinin aşina olduğu rumuzuyla işaret etmek anlamına geliyor. Diğer yönüyle de Tabak’ın belli ki kendisi için yola çıkış noktalarından biri olan, Güney’le kurduğu ilişkiye dair ipuçları taşıyor veya kurmakta zorlandığı mesafeyi ele veriyor. Dolayısıyla anlattığı hikayeye Türkiye sinemasını bilenler için yapması beklenen çağrışımda kendini ele veren davetin yanında, yeni izleyicileri de Güney’in hikayesinin etkileyiciliğine dair ikna kaygısı taşıyor izlenimi veriyor. ‘Çirkin Kral’ tabirinin gelişimine değinilen bölümün aktarımındaki yetkin kesinlik, kısalık ve doğrudanlık göz önünde tutulduğunda, farklı izleyici kümelerine ulaşmada yapılan seçimin gücü ortaya çıkıyor.

GÜNEY SİNEMASI NEDİR?

Güney’in özel yaşamının grift ayrıntılarının yaratabileceği sorunları ve hikaye anlatıcılığın zorluklarını iyi bir kurguyla ve teknik kapasiteyle aşama çabası içindeki belgesel, izleyiciyi Güney’in yaşamına dair uzun sayılabilecek, iki saati aşkın (122 dakika), bir yolculuğa çıkarıyor. Tabak’ın adeta, izleyiciyi içine sürüklediği ve ona eşlik ettiği yolculuk, belgeselde, karanlık bir otobanda devam eden araba yolculuğu metaforuyla işleniyor. Belgeselin konusunu Adana’da geçen çocukluğundan Paris’teki son günlerine, özel hayatından sinema kariyerine, siyasal mücadelesinden sürgün yıllarına birçok boyutuyla Güney’in yaşamı oluşturuyor. Açık ki, Tabak için Güney’in kişisel yaşam öyküsü ve bu öykünün karakterleri, bir kamusal figür olarak Güney’in hikayesini oluşturan karakterler kadar önemli. Özellikle ablası üzerinden Güney’in henüz Yılmaz Pütün’kenki erken çocukluğunun peşine düşen Tabak, annesiyle ve babasıyla ilişkisinin izlerini, yine Güney’in sinemasındaki iz düşümünde arıyor.

Nitekim Tabak, Güney’in kişisel deneyiminin pek çok alanda sinemasının da bir parçası ve dışavurumu olduğu fikrini işlerken kendinden oldukça emin ve dolaysız bir dille bu düşüncesini aktarmada etkili. Ne var ki Güney’in yalın ve gerçekçi sinema dilinin ve gücünün altını çizerken yönetmenin, Güney sinemasının ne olduğu sorusuna yanıt verme hedefine teorik bir tartışma yürüterek varmak yerine, yerel ve uluslararası sinemasal konjonktürle örtük bir ilişkilendirmeyle ulaşmayı deniyor olması bütünüyle ikna edici değil. Çünkü gerekli araçları ve imkanı başka amaçlar için kullanırken gayet bonkör olan yönetmen, Güney sinemasını ortaya çıkaran sinema evreni üzerine bir tartışmayı yürütmenin zorluklarından kaçınırken izlediği yolla hayal kırıklığı yaratıyor. Güney’in Cannes’da elde ettiği uluslararası başarının onaylamasında sonuca bağlanmış bir tartışma olarak meseleye bakmayı tercih ediyor oluşu, belgeselin önemli zaaflarından birini teşkil ediyor.

Bir diğer zaaf ise anlatıcı olarak yönetmenin kendi sesini kullanmasında ortaya çıkıyor. Hikayeye dair yönetmeni koşullayan kişisel etmenlere vurguyu güçlendirmek için işe yarıyor gibi görünse de Tabak’ı dinlemek ve anlamak kolay değil. Ayrıca canlı ve kavrayıcı bir anlatımın sağlayacağı dinamizmin katkısından uzak olan anlatıma bir de karanlık ses efektleri eşlik edince, ses konusu büsbütün bir zaaf haline dönüşüyor. Yönetmenin, Güney’in hayatına dair arşiv malzemesini, sinema ve şahsi görüntülerini kullanma becerisi düşünüldüğünde, işin içine katılma konusunda kendisine fazlaca alan açtığını ve izleyiciyi kendisiyle çokça zaman geçirmeye mahkum ettiğini söylemek gerek.

YILMAZ GÜNEY'E YAPILAN HAKSIZLIK

Bir yönetmenin kahramanı olarak gördüğü bir sanatçıyla ilgili hikaye anlatması kolay iş değil. Hele bunu belli bir temaya ya da konuya odaklanmak yerine bütün bir hayatı içermeye çalışarak yapmaya çalışmak daha da büyük cesaret işi. Dolayısıyla, tüketici olamayacağı bir konu başlığını baştan seçtiğinin farkında olmak zorunda olan belgesel, yine de önemli bir katkı niteliğinde. Fakat belgeselin en problemli yönü Yılmaz Güney’in hikayesini anlatmada dürüst bir tariflemeyle yetiniyor gibi yaparken, Güney’in hayatının dönüm noktalarında belirleyici olmuş, ataerkilliğe ve şiddet kültürüne çeşitli vesilelerle özürleme mahiyetindeki anekdotlara yer vermesinde ortaya çıkıyor. Kendi dönemselliği içerisinde bir hayatın, anlatıcının elinde, şiddeti ve erkek tahakkümünü mazur kılma çabasıyla ele alınmasının, Tabak’ın Güney’e yaptığı en büyük haksızlık olduğu düşüncesine kapılmamak çok zor. Kendi eleştirisini ve içinden geldiği şiddet kültürünü eleştirmede Güney’in gösterdiği cesaretin Tabak’ta olmaması büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Öte yandan, Michael Haneke, Costa Gavras, Gilles Jacob, Elif Güney Pütün, Fatoş Güney, Tarık Akan, Tuncel Kurtiz, Donat Keusch, Leyla Demirezen, Güllü Pütün, Jack Lang, Nebahat Çehre ve Halil Ergün dahil kırktan fazla kişiyle yapılan görüşmeler ve görüntüler belgeselin en güçlü yönünü oluşturuyor. Özellikle Güney’in annesinin, oğluna mesajı unutulacak gibi değil. Umalım ki Kürt kimliğini saklamadan, gururla ifade eden, ama sinemaya katkısını bu kimliğin ötesine taşımada ısrarcı Yılmaz Güney’e dair hem bu belgesel en kısa sürede izleyicisiyle buluşsun hem de belgesel için yapılmış görüşmeler, daha geniş halleriyle başka mecralarda da izlenebilsin.