Sur'dan, Nusaybin'den sonra, geçen bir yıllık çatışmalı süreçte en büyük acılardan birini yaşayan Cizre'deyiz. Kimsenin yüzü gülmüyor. Ama koptuğu yerden yeniden yaşama bağlamakta direniyorlar inatla.
Cep telefonu, kürsüdeki mikrofona doğru uzatılmıştı.
Salonun dört bir yanında yankılanıyordu; endişeli, gergin ama asla teslim olmayacak kadar dik bir ses:
"Durum medyanın aktardığı gibi değildir. Cizre’de büyük bir katliam yaşanıyor ve büyük bir soykırımla yüz yüzeyiz. Bütün evler bombalanmış, tanklar kullanılıyor. 21’inci yüzyılda düşmana karşı kullanılan silahlar, kendi halkına karşı AKP hükümeti ve Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından kullanılıyor. Cizre’de bir trajedi yaşanıyor. 60 gündür bu halk aç susuz. Gerçekten Cizre’de bir trajedi yaşanıyor. 28 kişi bir evde yaralandı. 5 yaralı yaşamını yitirdi. Su tamamen tükenmiş. Su almaya çıkıyoruz keskin nişancılar tarafından vuruluyoruz. Çıkamıyoruz. 4 kat bina havan topları ile tamamen yıkılmıştır. Yayına bağlanmak için şu an o yıkık binadayım. Ve durum çok çok kritiktir. Bunun için oradaki dostlarımıza söylüyoruz. Lütfen bu vahşeti durdurun. Cizre’de bu katliamı durduracak güçtesiniz. AKP hükümetini uyarıp, Cizre üzerindeki bu ablukayı kaldıracak güçtesiniz. Aksi takdirde oluşacak bir katliamda sizleri de suç ortağı görmek durumundayız.”
27 Ocak 2016 günü Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu binasında düzenlenen 12. Kürt Konferansı'nın ikinci günüydü. Cizre Halk Meclisi Eş Başkanı Mehmet Tunç, seslerini dünyaya böyle duyuruyordu.
Kürsüde AB Türkiye raportörü Kati Piri de vardı. Salondaki bir çok Avrupalı parlamenter, Kürt siyasetçi, gazeteci, insan hakları savunucuları dehşet içinde dinlemişti Mehmet Tunç’u.
Özellikle İMC, Med Nuçe gibi televizyon kanallarını izleyenler canlı yayından adım adım gelen bir katliama tanık oldular günlerce.
Son bir feryadını duyduk bir televizyon kanalından Mehmet Tunç'un:
"Şu an bir Madımak Oteli ile karşı karşıyayız. Ve bu bir insanlık ayıbı. Biliyorsunuz 93'teki katliamın izleri daha temizlenmemişken, burada 30-40 insan cayır cayır yanıyor. Şu an duman içeri dolmuş durumda ve ateş de deliklerden içeri girmeye başladı. Ayakları kopuk insanlar var, çocuklar var, ağır yaralılar var. Cayır cayır yanacaklar. Bunun tüm Türkiye'nin, tüm insanlığın, Birleşmiş Milletlerin bir ayıbı olarak tarihe geçeceğinden hiç kuşkum yok. Şu an 37'ye yakın kişi buradayız… Şu an ölümü bekliyoruz. Bu binanın çökmesiyle insanlık da bu bodrumun altında kalacak. Yarın öbür gün bunun hesabını tarihe nasıl vereceklerini de onlar hesap etsin… Ama 60 gündür bağırıyoruz, çağırıyoruz, avazımız çıktığı kadar bütün halka seslendik. Cizre halkı var gücüyle bedenini siper etti tanka, topa, lav silahına, roket atarlara bedenini siper etti. Hiç kimsenin şüphesi olmasın, mücadeleye devam eden arkadaşlara selamlarımı iletiyorum. Cizre halkı 60 gündür soğuğa rağmen, açlığa rağmen, susuzluğa rağmen diz çökmedi. Onun için kalan insanların bizimle gurur duyması lazım. Ama şu anda Cizre'de bir vahşet uygulanıyor, Cizre'de bir katliam uygulanıyor. Ama biz diz çökmeyeceğiz…”
BEYAZ BAYRAK AÇANLAR DA VURULDU
Cizre'deki üç bodrum katına sıkışıp kalanlardan HDP'nin Milas eski İlçe Başkanı Derya Koç da canlı yayında televizyonlara bağlanarak durumlarını aktarıyor, seslerini duyurmaya çabalıyordu.
En son 10 Şubat 2016'da İMC TV'ye, Med Nuçe'ye, çevresi güvenlik güçleriyle kuşatıldığı için kısık bir sesle haykırıyordu Derya Koç:
"Şu an durumumuz çok kritik. Alt kattaki bodrumda yaklaşık 20 yaralı arkadaşımızı benzin döküp yakarak katlettiler. Biz de geriye yaklaşık 15 kişi kaldık. Şu an etrafımız tanklarla çevrilmiş durumda. Bize de ateş açıyorlar. Biz de yanabiliriz her an. Onun için halkın acilen buraya gelmesi gerekiyor. Yaklaşık bir saat önce buraya ateş açtılar. Yaralı arkadaşlarımızı katlettiler. Sadece 15 kişi hayattayız ve hepimiz yaralıyız. ”
Bu sessiz çığlık, bu ülkenin vicdanlarında karşılık bulmamıştı. Tek karşılığı "yandaş medya"da buldu, "Sur mahallesinde mahsur kaldım, yalanı", "Benzin döküp yaktılar, yalanı" diye.
Mehmet Tunç'tan da, Derya Koç'tan da duyulan son çığlıklar bunlar oldu.
İçişleri Bakanı Efkan Ala 11 Şubat 2016'da Cizre'de operasyonların bittiğini ancak sokağa çıkma yasağının süreceğini söyledi.
Bu 4 Eylül 2015'ten bu yana Cizre'de ilan edilen beşinci sokağa çıkma yasağıydı. Son olarak 14 Aralık 2015'te ilan edilmişti. Tam 60 gün kesintisiz sürmüştü operasyon.
Cizre'deki üç bodrumdan çoğu yanmış, kül olmuş, tanınmayacak halde 170'ten fazla cansız insan bedeni çıktı. İkisinden biri Mehmet Tunç'a, diğeri de Derya Koç'a aitti.
Cizre'deki üç bodrumdan çıkan cenazeler Gaziantep'ten Şırnak'a, Şanlıurfa'dan Habur'a, Mardin'de 500 kilometrelik bir güzergahta bulunan morglara dağıtıldı.
Yaşamını yitirenlerden biri de altı çocuk babası, 51 yaşındaki Mahmut Duymak'tı. Cizre'nin Cudi Mahallesi'nde yaşıyordu. Nakliyeciydi. Doğup büyüdüğü Deştalelan köyü 1990'lı yıllardan devletin güvenlik güçleri tarafından yakılmıştı. Ailesiyle Mersin'in Tarsus ilçesine göç etmişti. 2001'de tekrar Cizre'ye dönmüştü.
İlçede sokağa çıkma yasağı sürerken 20 Ocak 2016'da öldürülenlerin cenazelerini almak için, ölüm de dahil her riski gözlerine kestirerek, Cizre'de kalan HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız ile birlikte beyaz bayrak açarak yola çıkmışlardı.
Zırhlı araçlardan üzerlerine ateş açılmıştı. Üç kişi oracıkta yaşamını yitirdi, 10 kişi de yaralandı. Vurulanlardan biri de İMC TV kameramanı Refik Tekin'di. Ancak Refik vurulmasına karşın düştüğü yerden yaralı haliyle çekim yapmayı sürdürmüştü. Her şey ayan beyan ortadaydı.
Bu saldırıdan yara almadan kurtulmuştu Mahmut Duymak.
Bodrumlarda mahsur kalanlara yardım etmek için Cudi Mahallesi'ne gitti. Yanındaki arkadaşı keskin nişancılar tarafından vurulunca Cizre'nin "vahşet bodrumları"ndan 23 nolu binanın alt katına sığındı.
Televizyonda katıldığı canlı telefon bağlantısıyla son kez sesini duyuruydu:
"İnsanlık nerede, nasıl hesap verecekler. Cesetlerime mi hesap verecekler!...Belki bir daha konuşamayız."
Bir daha da konuşulamadı Mahmut Duymak'la. Cenazesini Habur'da geçici olarak oluşturulan Adli Tıp Kurumu morgundan gidip almak eşi Lütfiye'ye düşmüştü:
"Bugün benim eşime beş kilo kemik veriyorlar. 'Al bu senin eşin' diyerek. Eşimi vahşice öldürmüşler. Yakmışlar. Hiçbir şeyi kalmamış."
Binlerce evi yanmış, yıkılmış, her bir köşesinden katledilmiş insan ölülerinin toplandığı bir vahşet kentine dönmüştü Cizre.
CİZRE'DE TEZGAHLANAN BÜYÜK OYUN
Bütün bu yaşananlardan geriye; yüzlerce insanını yitirmiş, evleri yanmış, yıkılmış, bombalanmış, kahramanlık ve insanı dehşete düşüren zulüm öyküleri kalmış Cizre'ye nefes alınması olanaksız bir sıcakta giriyoruz.
Zaten Cizreliler sık sık "Cizre varken Allah cehennemi niye yarattı" diye sorarlar.
Kentin girişlerine, çıkışlarına, yan yollarına; her yanına polis kontrol noktaları kurulmuş. Kimlik denetimi ve araç araması var.
Basın kartını değil de nüfus cüzdanımı uzattığım sivil polis dikkatle "doğum yeri"me bakıyor. Sonra da soruyor "Ne iş yapıyorsunuz" diye.
Buralarda ağız dolusu "gazeteciyim" demek insanın beden ve ruh sağlığına pek iyi gelmediği için ağzımda yuvarlayarak yanıtladım:
"Gasteciyim."
Yanıtımı yanlış anlayan polis "Taksici misiniz, İstanbul'da mı" dedi. Hiç bozmadım durumu, "Evet" dedim kısaca. "Buyrun geçin" karşılığını verdi.
Cizre sokakları yeniden canlanmaya başlamıştı. Ayakta kalan evlerde, işyerlerinde hala onarım sürüyordu. Kentte eskiden yoğun binaların olduğu alanlarda büyük boşluklar oluşmuştu. Yani bazı sokaklar, bazı mahalleler dümdüz edilmişti. Bunların büyük bölümü de kenti ikiye bölen İpek Yolu'nun üst tarafındaydı. Ama bunun da bir nedeni vardı.
1980'li yıllara kadar eski Cizre, İpek Yolu'nun altında kurulmuş bir kentti. Ancak PKK'nin silahlı eylemlere başlamasından sonra Cudi'deki, Gabar'daki, Uludere'deki köyleri yakılıp yıkılıp boşaltılanlar İpek Yolu'nun üzerinde adeta yeni bir Cizre kurdular. 1980'lerin sonunda, 90'ların başında büyük bir baskı kuruldu Cizre'nin üzerinde. Gözaltılar, işkenceler, kayıplar, faili meçhuller, dışkı yedirmeler, Newroz katliamları ile sürekli tansiyonu yüksek bir kent oldu.
Son dönemde yaşanan hendekler ve barikatlar meselesini de Cizre özelinde ayrıca incelemek gerekiyor. Çünkü işte o köyleri boşaltılanların, dışkı yedirilenlerin, işkence görenlerin, faili meçhul cinayetlere kurban gidenlerin çocukları ve torunlarıydı Cizre'nin barikatlarında ve hendeklerindeki gençler.
HÜDA PAR ve Hizbullah gibi yapılarla yoğun gerginliğin yaşandığı, her gece mahallelerin, sokakların, evlerin basıldığı, insanların dayaktan gerildiği, gözaltına alınanların yoğun biçimde tutuklandığı kentte gençler bölgenin en büyük YDG-H örgütlenmesini gerçekleştirdiler. Zaman zaman Kandil'in kontrolünden çıktıklarına ilişkin veriler de mevcut.
Ancak bir yandan da devletin sanki hendekleri ve barikatları teşvik edercesine yaptığı uygulamalar yaşanmış kentte. Her hendek ve barikat kaldırılışında 12, 14 yaşlarındaki çocukların güvenlik güçleri tarafından öldürülmesi, burada büyük bir oyun oynandığına, devletin içindeki karanlık bir elin kentte çatışmaya uygun bir ortamı sürekli ayakta tuttuğuna ilişkin ciddi kuşkular hala geçerliğini koruyor.
Bölgede yaşlı bir Kürdün anlattıkları, hendek ve barikatların kuruluş süreciyle sonrasına ilişkin gelişmeler hakkında çok çarpıcı bir örnekti:
"Çocuklar bunları yaparken 'Evimizin önüne hendek barikat yapmayın' diye kızmıştık. Anneler kulağından tutup çocuklarını hendeklerden çıkartıyordu. Ama sonrasında öyle zalim bir saldırı oldu ki, o anneler hendekteki çocuklarına yemek götürmek zorunda kaldı."
Çatışmalı süreçte büyük bir göç yaşanmış kentte. On binlerce insan evlerinden göçertilmiş. Ancak beklenen olmamış ve çatışmalar bitince Cizrelilerin büyük bölümü evlerine geri dönmüş. Yani 1990'lı yıllardaki gibi Türkiye'nin batısındaki büyük kentlere göçmemişler. Evlerine yakın illerde, ilçelerde, kasabalarda, köylerde beklemişler sokağa çıkma yasağının, operasyonların bitmesini.
Şimdi geri dönmüşler. Bazıları, bir kısmı yıkılmış evlerinin sağlam kalan köşelerini, odalarını yaşam alanına dönüştürmüş. Koptuğu yerden yeniden bağlamaya uğraşıyorlar yaşamlarını.
Gazeteci olduğumuzu öğrenince "devletten emekli" bir Cizreli sormadan edemiyor:
"Çocuklarımız öldü, evimizi yakıp yıktılar. Burada yaşamamızı istemiyorlar. Bizi sürmek istiyorlar. Batıya gidince ya evimize ya da dükkanlarımıza saldırıyorlar, bizi linç etmeye kalkıyorlar. Yani bize bir yer yok mu bu dünyada?"
İpek Yolu'nun açılmasıyla ekonomik faaliyetler eskisi gibi olmasa da yeniden başlamış.
Ancak insanlar yüzüne kazınmış büyük bir kederi ve hüznü sabırla taşıyorlar Cizre'nin sokaklarında. "Kimsenin yüzü gülmüyor" desek abartmış olmayız.
O kadar ağır bir süreç yaşamışlar ki, kimse adının yazılmasını, fotoğrafının çekilmesini, televizyon kamerasının görüntü almasını istemiyor.
Cizreli bir esnaf "Yaşadıklarımız korkunçtu" diyor, "Hala geceleri uyuyamıyoruz."